Bilge Bahçıvan

 ORHAN ADINDA, başını kitaptan kaldırmayan, okuma delisi bir adam tanımıştım. Bu adamın, Burçin isminde, sevimli ve zeki bir kız çocuğu vardı. Baba, daha çocuk konuşmaya başlar başlamaz ona resimli ABC kitapları aldı. Kısa zamanda çok şey öğretme hevesine kapıldı. Burçin yeni birşeyler öğrendikçe, baba sevinçten uçuyor; önüne gelene kızının ne kadar akıllı olduğunu anlatıyordu. Adam, sanki çocuğunu sevimli ve güzel olduğu için değil, çok şey öğrendiği için seviyordu. Kızcağız da baba sevgisini kaybetmemek için var gücüyle çalışıyordu.


İşin daha da tuhaf tarafı, çocukların okulda cümle ile yâni tümden gelim metoduyla okumaya başladıklarını bilmeyen Orhan bey, Burçin’e harfleri öğreterek işe başladı. Çocuk harflerin adını ezberledikçe ona bir ödül veriyordu. Sıra rakamları ezberlemeye gelince, kızcağız, bu sembollerin nasıl sayı ifade ettiğini bir türlü anlayamıyordu.


Bütün zorluklara rağmen, Burçin beş yaşına geldiği zaman çok düzgün okuyabiliyordu. Bu arada yazı çalışmaları da devam ediyordu. Altı yaşını bitirdiği zaman, artık okur yazar bir çocuktu.


Babası, Burçin’i okula kaydettireceği gün, onu da yanında götürdü. Doğruca müdürün odasına girdi. Kızının okuma yazma bildiğini, dolayısiyle ikinci sınıftan başlaması gerektiğini söyledi. Müdür, masasının üzerinde duran gazeteyi çocuğa uzattı. “Oku bakayım şu haberi kızım.” dedi, Burçin, hiç takılmadan, haberi okudu. Müdür şaşırıp kaldı. Sonra yazı denemesine sıra geldi. “Söyleyeceklerimi yaz kızım.” dedi. Burçin söylenenleri hiç yanlışsız ve düzgün bir yazı ile yazdı.


Müdür, bütün öğretmenleri odasına çağırdı. “Arkadaşlar, dâhi bir çocuk görün.” dedi ve Burçin’i öğretmenlere tanıttı. Okulun başladığı günden itibaren, bir hafta boyunca çevre okullardan dâhi kızı görmeye geldiler. Orhan bey, bu büyük ilgi karşısında gurur duydu ve kızına daha çok şey öğretmek için gece gündüz çalıştı.


Okula başladığının daha ayı dolmadan Burçin’de tuhaflıklar başladı. Okula uyum sağlayamamıştı. Öğretmenin ders metoduyla, babanın öğretme metodu çok farklıydı. Öğretmen, öğrettikleri üzerinde sorular soruyor, konunun nedenleri ve niçinleri üzerinde duruyor; çocuklardan yorum yapmalarını istiyordu. Halbuki, baba hiç de böyle yapmıyordu. Kızına ödev veriyor; o da ezberliyordu.


Burçin, uzun süre, okuldaki sıkıntılarını gizledi. Babanın kendisine olan güvenini ve sevgisini kaybetmemek için her şeyi içine attı. Ancak, o küçük beden bu kadar ağır sıkıntıları taşıyamadı; uyku ve sindirim bozuklukları şeklinde arızalar vermeye başladı.


Kızcağız, uyku uyuyamıyor, kabuslar görüyor; yediği şeyleri dışarı çıkarıyordu. Hemen bir doktora götürdüler. Doktor, muayeneden sonra, hastalık sebebinin psikolojik olduğunu söyledi ve çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmelerini tavsiye etti.



Baba, beklemediği bu acı sonuç karşısında, ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Dahi bir çocuğun psikiyatri uzmanına gittiğini hiç duymamıştı. Bir yandan çocuğun
 sağlığını, diğer yandan kendi prestijini düşünüyordu. Her şey ne kadar da güzel gidiyordu. Birden bire ne olmuştu? Annesi, “Kızımıza nazar değdi.” diyor başka bir şey demiyordu. Mahallenin çok bilmiş kocakarısı da; “Bu çocuğu okutmuşlar; filan yerde üfürüğü kuvvetli bir hoca var; ona götürün.” diyordu. Sizin anlayacağınız, her kafadan bir ses çıkıyordu.


Orhan bey, modern görüşlü bir adamdı. Muskacı ve cinci hocalara çok kızardı. Çocuğu bir psikiyatri uzmanına götürmekten başka çare bulamadı. Psikiyatrist, “Çocuğun rahatsızlığı çok ilerlemiş; tedavisi uzun sürebilir.” dedi. Baba, bir kere daha yıkıldı.


Burçin, dört aylık bir tedaviden sonra ancak kendine gelebildi. Henüz okula başlayacak kadar iyileşmemişti. Doktor, tedavisinin devam etmesi gerektiğini söylüyordu.


Baba doktorun uyarılarına rağmen, Burçin’e okuması için çeşitli hikaye kitapları almıştı. Ancak, çocuğun okumaya pek niyeti yoktu. Sanki beyni tamamen durmuş; artık hiçbir şey öğrenemez olmuştu.


Burçin’in sınıf arkadaşları sık sık ziyaretine geliyorlardı. En sık geleni de Fidan isminde, güleç yüzlü, cana yakın bir kız çocuğuydu. Orhan bey, bir gün, can sıkıntısını atmak için bu kızla sohbet etmeye başladı. Ona çeşitli sorular sordu. Fidan, yaşından beklenmeyen mantıklı cevaplar verdikçe adam hayretini gizleyemedi ve sordu:


— Senin baban ne iş yapıyor kızım?


Fidan:


— Babam bahçıvandır efendim, dedi.


Orhan bey, hayretini gizleyemediği bir ses tonuyla:


— Ya demek baban bahçıvanlık yapıyor!... Nerede oturuyorsunuz?


— Uzak sayılmaz efendim. Bahçemiz anayol üstünde. Dolmuşla yarım saatte okula gidebiliyorum. Çok güzel bir bahçemiz var. Arzu ederseniz, bir hafta sonu sizi misafir edebiliriz. Biz misafiri çok severiz.


Burçin sevinçle atıldı:


— Bu Pazar gidelim babacığım!


Baba gülerek:


— Tabi kızım gidelim, dedi. Ancak, Fidan’ın babasına sorması gerekir. Ondan haber bekleyelim. Ailenin başka bir programı olabilir.


Fidan:


— Bu hafta sonu için bir plânımız yok efendim, dedi. Ayrıca, babam kendisine sormadan misafir getirebileceğimi söyledi.


Orhan bey, kızın başını okşadı:


— O zaman mesele yok, dedi, bu Pazar günü sizdeyiz.


İki arkadaş sevinçle birbirine sarıldılar. Burçin’in sevinci babasının yüreğini ferahlattı. İçinde, bu ziyaretin iyi sonuçlar getireceğine dair bir önsezi vardı.


Burçin, Pazar sabahı erkenden kalktı. Günlerdir ilk defa iştahlı bir kahvaltı yaptı. Annesine saçlarını örgü yaptırdı ve kırmızı bir kurdela taktırdı.
En güzel elbisesini giydi. Bayram yerine gidiyormuş gibi sevinçli bir hali vardı.


İki aile birbirine çabuk ısındılar. Fidan’ın biri kendisinden büyük üç kardeşi vardı. Ailesi gerçekten misafir seven insanlardı. Bahçe çok bakımlıydı. Meyvenin ve sebzenin her çeşidinden vardı. Evin hanımı da çok nefis yemekler pişirmişti.


Orhan beyle Fidan’ın babası, bir ara bahçeyi dolaşırken, kızların arkadaşlığından söz açtılar.


Orhan bey:


— Çok güzel çocuklar yetiştirmişsiniz, sizi tebrik ederim... dedi.


Diğeri, utangaç bir tavırla cevap verdi:


— İltifat ediyorsunuz efendim. Aslında ben ve eşim fazla okumuş insanlar değiliz. Sizler kadar modern eğitimden anlamayız. Babam rahmetli, bana sık sık nasihat ederdi: “Oğlum, derdi, eşine ve çocuklarına karşı daima hoşgörülü ve şefkatli ol. Çok çalış; ama aç gözlü olma.” Bunlar elbette sizin de bildiğiniz şeyler. Babam, atları çok severdi. Çok güzel bir atı vardı. Görenler hayran kalırdı. Rahmetli, çocukları küçük taylara benzetirdi. “Bir taya aşırı yük yüklediğin zaman, gelişemez; bodur kalır” derdi.


Orhan bey, bahçıvanın ne demek istediğini anladı:


— Çok haklısın, dostum... dedi. Fidan’la sohbet ettiğimiz zaman, sizin ne bilge bir insan olduğunuzu tahmin etmiştim. Merakımı bağışlayın; nasıl bir eğitim şekli uyguladınız da Fidan’ı böylesine olgun, ruh sağlığı yerinde, kendisine güveni olan bir çocuk haline getirebildiniz?


Bilge bahçıvan tebessüm ederek söze başladı:


— Beyim, dediğim gibi, ben fazla okumuş bir adam değilim. Hayat okulundan mezunum sizin anlayacağınız. Tabiat, bizim için, Allah’ın yarattığı en güzel okuldur. Çocuklarımı, ABC okuluna başlamadan önce, tabiat okulu ile tanıştırırım. Mesela, onlara sorarım: “Kışın ölen bu tabiat, baharda nasıl diriliyor? Şu koyunlar nasıl oluyor da yeşil ot yedikleri halde, beyaz süt veriyorlar? Şu çiçekler aynı toprağı, aynı havayı ve aynı suyu paylaştıkları halde; nasıl oluyor da renkleri ve kokuları farklı olabiliyor? Minicik incir çekirdeği, koca bir ağaca nasıl dönüşüyor?” Bütün bu soruların cevabını ararken onlara kâinatın yaratıcısı olan Allah’ı anlatırım.


Çok okumuş Orhan bey, bilge bahçıvanı dinledikten sonra; “Dostum, çok farklı bir eğitim anlayışınız var” dedi ve ekledi: “Jean Jacques Roussau’nun Emil’ine çok benziyor.”

YORUM EKLE