A. Yağmur Tunalı, Zeki Ömer Defne Mülakatı -1-

 

       A. Yağmur Tunalı’nın 1989 yılında TRT için hazırlayacağı “Kültür Penceresi” adlı biyografik belgesel dizinin hazırlıkları sırasında karar verdiği İmparatorlukta doğan 16 Cumhuriyet Aydını “Bittiği Yerde Başlar” kitabı Bilge Kültür Sanat Yayınlarından çıktı. Kitapta yer alan 16 şahsiyetten biri de Çankırılı şairimiz rahmetli Zeki Ömer Defne.



Yazarın kitapta yer alan Zeki Ömer Defne mülakatı:

 

-        1903 yılında dünyaya geldiniz. Babanız Ömer Bey şair, hattat ve hafızdı. Anneniz Hacer Hanım güzel sesli bir hanımdı. Üzerinizde onun pek büyük tesirleri var.

1903, eski tarihle 1319 Çankırı’da dünyaya gelmişim. Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü sabahıymış ve aylardan Kanunu Evvel’miş. Aradık, taradık, 11 Aralık 1903’ e tekabül ediyor.

-        O halde, 1319 tarihini biliyordunuz. Kayıtlıydı…

Efendim, malum Anadolu’da bir gelenek vardır; okuryazar aileler, bilhassa dedeler, babalar, Kur’an’ı Kerim’in ilk ilk sayfasının içine çocuklarının doğum tarihlerini kaydederler. Sonradan araştırdık baktık; bu tarihin 11 Aralık’a tekabül ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz.

-        Babanız Ömer Bey şairdi, aynı zamanda hattattı, aynı zamanda da bestekârdı.

Babam rahmetli hem hafızdı, hem de hattattı ve klasik Musikimizin son üstatlarından Zekai Dede’nin hayranıydı.

-        Anlattığınıza göre anneniz Hacer Hanım, pek güzel sesli bir hanımdı.

Annem Hacer Hanım da pırıl pırıl bir Anadolu kızı. Mahallenin tabiriyle sülün boylu, sürahi yüzlü, fevkalade hassas ve mahcub. Kış gecelerinde, komşu evlerinde yapılan toplantılarda yaşlı komşular, Ahmediyyeler, Muhammediyeler, Kuddusiler okunurken; “Haydi Hacer’im, sen de bir yaprak okuyuver!” derlerdi; alı al moru mor kesilirdi. Bu duyarlılık mı, alın yazısı mı, onu 33 yaşında aldı götürdü.

-        Siz bir taraftan şair bir babanın şiirlerinin bir güzel sesli annenin dudaklarından dökülen o nağmeleri dinleyerek yetiştiniz. Bunlardan neler hatırlıyorsunuz?

Gerek babamı, yakinen tanıma fırsatını Tanrı bana bağışladı. Onları çok erken, bilhassa annemi 14 yaşımdayken kaybetmiş olmama rağmen, bu bahtiyarlığa ermiş bir insanım.

-        Efendim, ilk ve orta tahsil yıllarınızda Çankırı’da geçti. Tam Anadolu havasını koklayarak geçirdiğiniz çocukluk ve gençlik yılları.

Ertuğrul Mektebi İptidaisi adında bir ilkokulda okudum. Numaram 123’dü. Daima muvaffakiyetimle, gösterdiğim alakayla, başarıyla hocalarımın teveccühünü kazanıyordum. Hatta müsaadenizle şunu açıklamakta mahzur görmüyorum: Babamın Zekai Dede’ye nasıl hayran olduğundan demin bahsetmiştim. Benim asıl adım Mehmet Zekai’dir. Hocalarım sınıfta gösterdiğim bu başarıya, bu muvaffakiyete binaen; tutmuşlar adımı Zeki’ye çevirmişler. Dedem Saraç Hacı Ömer, babam Hafız Ömer.

-        Rüşdiye ve idadi yıllarınızdan biraz bahseder misiniz?

İlkokuldan sonra rüşdiye bölümü geliyordu; üç sene. Sonra idadi bölümü geliyordu. Çankırı İdadisi 5 senelik bir idadi oluyordu böylece, rüştiyeyle beraber. Orada da numaram 73’tü. Bütün sınıfları birincilikle geçiyordum. Balkan Harbi çocuğuyum, Birinci Cihan Harbi çocuğuyum, İstiklal Savaşı çocuğuyum. Bu harp senelerinde, bal mumu ışığı altında ve memleket tenekecilerinin tenekeden yaptıkları beziryağı kandiller altında çalışıyordum. Fakat ben de bitip tükenmek bilmeyen bir tahsil ihtirası vardı. Babam, Balkan Harbi’nde oldu, Birinci Cihan Harbi’nde oldu, İstiklal Savaşında olduğu halde ben daima sınıfı birincilikle geçiyordum. Gözlerim durup dururken bu hale gelmiş değil aziz dostum. (Gözleri ileri derecede miyoptu onu kastediyor. Y.T) (1) [Sayfa 60]

-        İdadiden sonra Ankara’ya geldiniz ve öğretmen okulu yılları başladı sizin için…

Efendim, İstiklal Savaşı bütün dehşetiyle devam ediyordu. Babam asker, dayılar, amcalar askerdeler. Bana sahip olacak kimse yok ortada. Onun için bir sene otel kâtipliği yaptım. Ondan sonra mahallelinin müracaatıyla Ankara Muallim Mektebi’nin –o günkü adıyla- son sınıfına –idadi mezunu olduğum için- kabul edildim.

-        Öğretmen Okulunda çok dikkate getirmeye değer, o günlerin durumunu da gösteren hatıralarınız olacak efendim.

Efendim, 13-14 kişilik sınıftı ve çoğunu Ankaralılar, Beypazarlılar, Ayaşlılar teşkil ediyordu.  Ben adeta onların nazarında haricilerden bir insandım. İstiklal Savaşı sıraları. Keçiören bağlarında, bir havuzlu konaktayız, Kum konaklarında. Üç takım kitap var; bu sevgili arkadaşlarım, kardeşlerim, bütün bir sene bana kitap yüzü göstermediler. Fakat hafızam çok iyiydi; dinlemek bana yetiyordu. Arada bir defterim vardı, bir de kalemim vardı ancak. Bütün bir sene içinde bir kalemi iki yapabildiğimi hatırlamıyorum. Satı Bey’in terbiyesini okutuyordu mektebimizin müdür. Bugünkü adıyla pedagoji. Ama onu okumaya –imtihana girerken- ihtiyacım vardı.  Üç sene sınıfın birinciliğiyle son sınıfa gelmiş olan Kadri isminde bir kardeşimle yan yana yatıyorduk. Aramızda küçük bir öteberi dolabı vardı. İmtihan gecesi, gece yarısına kadar Kadri’nin kitabı bitirmesini bekledim. Taki Kadri mumu söndürdü ve afedersiniz , horuldamaya başladı. Mumu ben yaktım, kitabı çaldım. Galiba meşru bir hırsızlık bu. Ve sabaha kadar okudum ama bitiremedim. Kalk zili çalmadan ben uyandım ve ver Allah bağlara kaçtım. Teveklerin altında öğleye kadar ancak (2) [Sayfa 61] bitirebildim kitabı. Devamlı olarak binadan “453,453” diye bağırıyorlardı ama ben kitabı bitirecektim. Bitirdim, geldim ve sözü pek uzatmak istemiyorum, Boğazlayanlı Hasan diyerekten, Birinci Cihan esaretinden dönmüş bir arkadaşımız vardı. Zavallı, imtihan kapısının önünde tiril tiril titriyordu. O sırada müdürümüz çıktı bağıra bağıra; demek ki arkadaşlarımızın hiç birini memnun edememişler. “Benim bütün çalışmalarım, memleketin verdiği emekler, yemekler gözünüze dursun!” diyerek odasına çıktı. Hasan büsbütün perişan oldu. Ben girdim içeriye. Hasbel icab konuşacağım arık, müsaade ederseniz.

-        Estağfurullah. Elbette üstadım. Buyurun lütfen, bize lazım anlatacaklarınız.

13 kişilik imtihan heyeti; o günkü adıyla Orta Tedrisat Umum Müdürü (Ortaöğretim Genel Müdürü) Kazım Nami duru, Afgan Sefiri, tercümanıyla beraber, Ankara Sultanisinden hocalar. Sorularını sordular, anlattım. İmtihanda heyecan, korku diye bir şey yoktu ben de takır takır anlattım. Anlatıyorum, tam o sırada müdür, mektebin müdür kapıdan içeri girdi, oturdu dinliyor. Bitirdim, başta Afgan Sefiri tercümanı vasıtasıyla tebrik etti, teşekkür etti. Kazım Nabi Bey tebrik etti, teşekkür etti; “Kafi” dedi ama mektep müdürümüz adeta hıncını benden almak istercesine, “A müdirüm efendim; sen bütün bir sene, hiç olmazsa elindeki kitabı şu biçareye verdin de ‘Hadi bi kere oku’ dedin mi? Ben de hocasıyım, bir sual hakkım var” dedi. “Ben de bir sual soracağım” dedi Bağırıştılar; “Kâfi tebrik ederiz, teşekkür ederiz müdür bey, daha ne istiyorsunuz?” dediler. Israr etti; sordu anlattım. Netice; Öğretmen Okulunu da, öbür okullarda olduğu gibi birincilikle bitirdim. (3) [Sayfa 62]

-        Efendim, Müdür Bey “Yedirdiklerim, bu milletin, bu memleketin size yedirdiği, içirdiği şeyler gözlerinize, dizlerinize dursun” diyordu. Ne yediriyor, ne içiriyordu size?

Efendim, yediğimiz taşlı buğur aşıydı, kurtlu fasulye ve mercimekti.

-        Peki, bu durumda normal olarak beslenebiliyor muydunuz? Diye soramıyorum.

İmkânı yoktu. Hatta bazen aç kaldığımız günle roluyor du. Müdürümüz bir gün gitmiş, Millet Meclisi’nin ortasında haykırmış; “Benim çocuklarım aç!” diye. Ondan sonra yine taşlı bulgur geldi.

-        Çünkü memleketin şartları ancak onu yapmaya müsaitti.

Evet, ancak.

-        Ve bu şartlarda mezun oldunuz: İlk memuriyetiniz nerededir?

Benim yetiştirdiklerim, arkadaşlarım merkezde kaldılar. Ben yük tutmuş katırcıların arakasında, 18 yaşımda Çardak köyü hocalığına tayin edildim. Bir ay orada hizmetten sonra, Çankırı’ya daha yakın, bugün ilçe olan Korgun köyüne verildim.

-        Bir de yurt dışına gönderilme durumunuz olacak…

Muallim Mektebini bitirdikten sonra, Ankara Sultanisinden 10, Ankara Muallim Mektebinden iki arkadaş İtalya’ya resim tahsiline gönderiliyorduk. Ressam meşhur Ratib Bey (Tahir) hocamızdı. Fakat tam o sırada Eskişehir düştü. Eskişehir muhacirleri Hacıbayram yollarına, yükte hafif paha da ağır ne varsa, döküldüler ve Ankara bir hicran havası içinde çalkalanıyordu. Böylece resim tahsili maalesef geri kaldı. (4) [Sayfa 63]

-        Ve memleketin o ağır şartlarında gidemediniz, hocalığa devam ettiniz. İstiklal Savaşı’ndan muzaffer çıktık. Ve siz, bir imtihan sonrasında 1925 yılında Kastamonu Lisesi’ne tayin edildiniz.

Efendim, içimde sönmek bilmeyen bir tahsil iştiyakı vardı. İlkokul hocalığı evet, mübarek, kutsal bir meslek ama beni tatmin etmiyordu. Vekâletin açtığı imtihana girdim; ortaöğretim Türkçe Hocalığını kazandım. 1925’de Kastamonu’ya taryin edildim. Kastamonu’da 10 sene Türkçe ve edebiyat hocalığı –takdirnameler lamka suretiyle- yaptım. 5 senesi de müdür muavinliği ve müdür vekilliğiyle geçti

-        10 sene, yani 1925 yılı 1935’e kadar. Ama siz bunca sene sonra yine okumak iştiyakındaydınız.

3 sene devamlı olarak Milli Eğitim’e dilekçeyle müracaat ettim.! “Ben okumak istiyorum, beni İstanbul2a verin” dedim. Lise mezunu olmamı şart koştular. Dışarıda bazen 48 saat uyumamak şartıyla lise imtihanını verdim ve 1935’te müdür vekiliyken, Orta Tedrisat Müdür’üne yazdığım ve tahsil durumumu ihtiva eden dilekçemi dikkate alarak Orta Tedrisat Müdürü beni Kabataş Lisesine verdi.

-        Yine Türkçe hocası olarak mı?

Türkçe hocası olarak verdi. Ben İstanbul’a gelir gelmez, Kabataş’a gitmezden önce, doğru Beyazıt’taki Zeyneb Hanım Konağına gittim; Edebiyat Fakültesi oradaydı ve kaydımı yaptırdım, ondan sonra Kabataş Lisesi Müdürlüğüne müracaat ettim.

-        Kabataş’ta o zaman belli başlı edebiyat hocaları var. “Deve dişi gibi hocalar” tabir ediyorlar. Yeri gelmişken hatırlayalım. Kimlerdi onlar efendim?

Hıfzı Tevfik Bey (Gönensay) vardı, Boğaziçi Lisesi’nin Müdürü; 25 sene oranın müdürlüğünü yapmış, mülkiye (5) [Sayfa 64] mezunu. Faruk Nafiz (Çamlıbel) vardı. Sonradan Edirne’den –benden sonra- Nihad Sami (Banarlı) geldi.

-        Bu hocalarla beraber siz de aynı zamanda Türkçe ve edebiyat dersi verdiniz.

Bira taraftan fakülteye devam ediyordum, bir taraftan tramvay devriydi; tramvay sahanlığında sandviçler yemek suretiyle Kabataş’taki dersime yetişmeye çalışıyordum. Benim için tatil yoktu. Tatillerde kütüphane kütüphane dolaşıyordum. Son sene Edebiyat Fakültesi Dekanı merhum Ordinaryüs Profesör Hamid Ongunsu hayatımı duymuş. “Benimle çalışır mısın Zeki? Bu kadar talebem oldu fakat seninle çalışmak istiyorum!” dedi. “Şeref telakki ederim hocam!” dedim. “Öyleyse Hamid Bey seni bekliyor” dedi. Gittim, anlattım, alnımdan öptü. “Bundan sonra Kabataş yok, beraber çalışacağız” dedi. Fakat merhum ve çok muhterem, büyük insan Fuad Köprülü hoca ”sana tez mevzuu olarak dede Korkud’un edebi tahlilini vereceğim. Yapabilir misin? “ dedi. “Zevkle, şerefle yapmaya çalışacağım!” dedim. Ama bu konuda müracaat edebileceğim tek bir eser mevcut değildi.

-        Buna rağmen o çalışmayı yaptınız, sonuna kadar getirdiniz, Ufak tefek noksanları vardı…

Evet, , “Bunu yaparsın!” dedi. Sonra da “Hikâyelerdeki kahramanların psikolojik tahlillerini yaparsın, o da senin doçentlik, doktora tezin olur” dedi. Hasılı, yaptım. Yaptım ama tabii bu korkunç çalışma, az kalsın hayatıma mal oluyordu. 4 sene sürmenaj çektim. O yüzden fakülte meselesi, fakültede hocalık meselesi geri kaldı.

-        4 sene sonra olamaz mıydı?

Efendim, müsaade ederseniz adını söylemeyeyim; bir arkadaşım, bir “hululü muslihane ile hulul etmiş” (İdarecilerin, hocaların kafasına girmeyi başarmış), sonradan (6) [Sayfa 65] fakültenin havasını maalesef bozdu. O arkadaşı almak mecburiyetinde kaldılar.

-        Efendim, dolayısıyla siz Kabataş’taki hocalığınıza devam etmek mecburiyetinde kaldınız. Kaç yılına kadar efendim?

Efendim 18 saat Kabataş Lisesi, arada 4 saat, -5 sene sürmek şartıyla- Alman Lisesi- beraberce götürdüm. 1944’te Alman bozgunundan sonra Alman Lisesi kapandı. Ya 1948’de yahut 1949’da Yıldız Harp Akademisi Müdürü, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan edebiyat hocası istemiş, Milli Eğitim Bakanlığı da teveccüh göstermiş; beni tavsiye etmiş. 3 sene de orası. Yani şöyle; Kabataş, Şişli Terakki ve Yıldız Harp Akademisi hocalığı. 1950’ye kadar.

-        Peki, 1950’de bir okul değiştiriyorsunuz galiba. O da bir başka tecrübe.

1950’de, daha evvelden bir olgunluk imtihanında her nasılsa mimlenmişim. Merhum Hasan Ali Bey’in (Yücel) hocası, kendisine, “Kabataş Lisesinden, Zeki Ömer Defne’yi isterim” demiş. Kabataş Lisesi’nden mektep müdürünün bir hafta Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip gelmesine rağmen ve çocuklarımın vekâlete telgraf çekmek tehdidine rağmen Galatasaray Lisesi’ne alındım.

devam edecek...

YORUM EKLE
YORUMLAR
Yasin
Yasin - 8 yıl Önce

"yediğimiz taşlı bulgur aşı, kurtlu fasulye ve mercimekti. " başarı ve azmin yanisi yok. birde lüks içindeki zamane insanın yaşantısına bir bakın.

süheyla büyüktopcu
süheyla büyüktopcu - 8 yıl Önce

teşekkürler meti̇n bey, zeki̇ ömer defne kayinpederi̇mi̇n dayisidir, ondan hep anilarini di̇nlerdi̇m, bu mülakati da i̇lgi̇yle okudum, devamini merakla bekli̇yorum.

refik
refik - 8 yıl Önce

şimdiki çocuklar okusun ibret alsin!

Entel Köylü
Entel Köylü - 8 yıl Önce

yani bir aydın kolay olunmuyormuş.