A. Yağmur Tunalı, Zeki Ömer Defne Mülakatı (2)

-        Gönderiliş şekli başka tabii ama Galatasaray çok itibarlı bir mektepti. Orada ne kadar hocalık ettiniz?

Bu defa da Şişli Terakki Lisesi’yle Galatasaray Lisesi birleşti. 29 sene Şişli Terakki Lisesi, 18 sene de Galatasaray Lisesi. 100. Yıldönümünü kutladık. Galatasaray Lisesi’nin ve yaş haddinden –baş haddinden değil- emekliye ayrıldım! 1969-1970 öğretim yılında da Şişli (7) [Sayfa 66]Terakki Lisesi’nden emekli oldum. Yani 1921’de hocaydım, öğretmendim, 1970’de 65 yaşımı ve 50 yıl hocalığımı tamamlayarak, mesleğe “veda ettim” denmez; “veda etmek zorunda kaldım”.

-        Tahsil hayatınız ve hocalıklarınızı konuşurken, hayatınızın diğer yönlerini araya almadık. Ne zaman evlendiniz?

Efendim, Nedim’im dediği gibi “Müşkil-ter sual olmuş sana!” Güç sualler soruyorsun, a benim efendim! Ailenin büyük çocuğu bendim. Benden 3 yaş küçük kız kardeşim, 11 yaş küçük de erkek kardeşim vardı. Tabii akraba, taallukat herkes kendi havasında, kendi yağıyla kavruluyor. İstiklal Savaşı bittikten sonra babam terhis edildi, bir ay kaldı yanımızda ve kara sarılıktan vefat etti. Ben kardeşlerimin hem babası, hem de annesi olmak mevkiinde kaldım.

-        Bütün bu sorumlulukları sizinle paylaşan bir eşiniz oldu demeliyim herhalde.

Efendim, 1923’te evlendik. Evlilik, hala o evlilik. Artık kaç sene ettiğini hesaba vurmak istemiyorum. Gerçi televizyonda 40 yıllıkları, bilmiyorum hürmeten belki, belki de biraz da öyle gibime mi geliyor, , nedir, bilmiyorum gösteriyorlar. Bizim tahammülümüzü değil de, aile anlayışımız, aile zihniyetimizi belirtmesi bakımından ben biraz şahsen övünmeye değer buluyorum. Eşim ilkokul hocası. 46 sene bir taraftan ilkokul yavrularına, bir taraftan çarşıya pazara, evine mutfağına, bir taraftan da Kastamonu Lisesi’nde 10 sene, Çankırı ve havalisinden gelen çocuklarımıza annelik yapmış bir hanımdır.

-        Bu bahis ayrıca konuşulacak kadar parlak görünüyor ama bu kadarla yetinelim. Sizin hocalık hayatınız (8) [Sayfa 67]hanımefendiden biraz daha fazla. Bir şey dikkatimi çekti: İdareciliği pek tercih etmediğiniz anlaşılıyor.

5 sene hocalıktan sonra, tepeden inme bir müdür muavinliği geldi. 5 sene müdür muavinliği yaptım, müdür vekilliği yaptım. Kabataş Lisesi’ne gelir gelmez ve sınıfımda beni görür görmez, gördükten sonra, Kabataş Lisesi Müdürü derhal odasında bana muavinlik teklifinde bulundu. Ben dedim ki ”Buraya okumak için geldim.”

-        Bu konuda umumi tavrınız ne olmuştur? Yani hocalıktan hiç ayrılmamak gibi bir tavır mı?

Gerek idare, gerek hocalıkta, her ikisi de benim için bir şefkat müessesesiydi. Otoriter bir hocaydım. Ben her şeyden evvel sevmeyi ve sevilmeyi şiar edinmiş, esas olarak kabul etmiş bir hocaydım. Ben doktor olmak istiyordum esasında; hasbelkader hoca oldum. Fakat hocalık benim için aşk mesleği oldu. Onun için, gerek eşim, gerek ben, kendimizi bu mesleğe vakfetmekten büyük bir iftihar duyuyoruz.

-        Efendim, nihayet şiire geliyor: İlk şiirinizi ne zaman yazmıştınız?

Kısaca arz edeyim; ilk çocukluk şiirimi bir Kur’an dersinde birdenbire gözlerim karardı, durdu. Onun neticesinde çocukça dört mısralık bir şey yazdığımı hatırlıyorum. Ondan sonra Çankırı’da çıkan Halk Yolu Dergisi’nde mizah ve hicvi bazı şiirlerim çıktı ama bunların arasında asıl ilk şiirim ”Musiki” başlıklı iki dörtlükten ibaret bir şiirdi.

-        Sizi o şiiri söylemeye iten sebep neydi efendim? Hani bir ilk sebepten bahsederler ya…

Efendim, atalardan diyelim, bilhassa babamdan gelen bir irsiyetin neticesi olarak –bugünkü adıyla- “kalıtım”-diyorlar- sonucuydu. Babam hafızdı, sesi gayet güzeldi. Ben de (9) [Sayfa 68] küçük yaştan itibaren Cevheri’ler, Karacaoğlan’lar okur dururdum. Sesim gayet güzeldi; güzel Kur’an okurdum, güzel ezan okurdum. Herhâlde bu irsiyetin, bu tevarüsün sonuçları olacak.

-        İlk şiiriniz hangi tarihte yayınlanmıştı?

İlk şiirim Çankırı’daki Halk Yolu Dergisi’nde.

-        Çankırı dışında ilk şiiriniz efendim?

Çankırı dışında ilk şiirim, Kastamonu’da “Ilgaz” başlıklı bir şiirdi.

-        O zaman yaşınız kaçtı efendim?

1925’de Kastamonu’ya tayin edildim. Demek ki 24-25 yaşlarında.

-        Çok şiiri söylemiş miydiniz o vakte kadar?

Birçok şeyler karaladım.

-        Peki, ilk, şair olduğunuzu ne zaman anladınız? Bazı kimseler size “Siz şairsiniz” mi dediler, yoksa siz mi ben şairim dediniz?

Halk Yolun’da, “Musiki” şiirim yayımlandığı zaman, bir gün mahalle arkadaşlarımla, öğretmen arkadaşlarımla sohbet ederken çeşme başında, Türkçe hocamız Nizamettin Yümni Bey uzaktan görmüş beni, şiiri okumuş olmalı ki koşarak geldi, tuttu alnımdan öptü; “Yavrum, şiirini okudum. Çok güzel, çok beğendim; tebrik ederim!” dedi. O zaman şair olduğumu anladım.

-        Şiirin unsurları, şiirin tarifi bahsine girelim. Gerçi pek çoklarına göre tarif edilecek bir tarafı yok ama onlar da dâhil konu üzerinde düşünmeden edememişler. “Şiiri tarif ederken en önemli özellik olarak neyi görürsünüz diyerek başlayalım.

Müsaade ederseniz, ben önce şiir konusunda konuşmuş olan bir –iki- isimden söz etmek istiyorum. Rilke’ye (9) [Sayfa 69] hayranım, Çağdaş Alman Edebiyatı’nın en güçlü simalarından, bir muhassala olduğunu söylüyor, bir birikim olduğunu. Ve sayıyor; hayatta görülmesi mümkün neler varsa, seçme, onları birer birer sıralıyor. Malte Laurids Brigge’nın notlarında, iki sayfa ve bütün bunların sonunda, bunlar, bu gördüklerimiz adeta içimizde, hücrelerimizde bir plazma haline gelecektir diyor. “Bütün bu muhassaladan günün birinde, bir anda şiirin ilk mısraı doğacaktır” diyor. Sonra bu konuda Ahmet Haşim’i anmadan geçemeyeceğim tabii. Eskiden şiir yazılmış, yazmışlar; şiirin hakkını vermişler. Yunus’um vermiş, divan şairlerim vermiş, tasavvuf şairlerim vermiş, vermiş. Fakat “Mevzun ve mukaffa söz” demekle yetinmişler.

-        Biz ne diyoruz?

Ben diyorum ki, “Şiir bir şuuraltının ve şuurun,  bir anın heyecanıyla coşkusuyla, fırtınasıyla haşir neşir olması ve kendi kalıbını bulması ve kendini dünyaya, bize, insanlığa arz ve teslim etmesidir…” diyorum.

-        Şiiri böyle tarif ediyorsunuz. Biz nasıl anlayacağız peki bunu?

Efendim, Ahmet Haşim de, biliyorsunuz ”Şiir resullerin sözleri gibi türlü tefsirata müsaid olmalıdır” diyor. Diyor ama türlü tefsirata müsaid şiiri her zaman vermek mümkün mü? Ruh daima o gerilim içinde mi? Ve ruh daima o kaos içinde mi? Ruh başlı başına bir kainat, bir evren; türlü türlü anları, zamanları, iklimleri var. O iklimlere göre, o anların getirdikleri, bağışladıklarına göre şiir bazen Ahmet Haşim’in dediği gibi “türlü tefsirata müsaid” olacaktır. Ben de birdenbire kendimi teslim etmem, şiirimde; birdenbire teslim bayrağını vermem karşıya, vermek istemem! Arasın, kendinde bulsun beni isterim. (10) [Sayfa 70]

-        Efendim, alıcının durumunu hiç düşünmüyoruz galiba. Hep kendimize göre düşünüyoruz. Böyle tenkidler gelebilir, gelmiştir, geliyor da.

Efendim, alıcı da, müsaade ederseniz vaktini saatini bulsun; sabahsa sabahleyin okusun. Eğer sarmadıysa damağına bir şey değmediyse, akşam okusun! Bir subaşında okusun, canının sıkıldığı zaman okusun, güldüğü zaman okusun ve kalkıp şıkır şıkır oynadığı zaman okusun.

-        Size dönelim okuyucudan; siz ilhama dayalı şiir söylüyorsunuz. Nasıl gelirse öyle…

Kabul ederseniz, uyuyan ve susan bir dünya içindeyiz. Taşlar, topraklar, bitkiler, hayvanlar hepsi susuyor ama bazen birdenbire hiç üzerinde durmadığımız şeylerden, herhangi şeyden biri, bir erozyon hadisesi, mesela Konya civarında şu kadar toprağı almış götürmüş. Birdenbire uyanıyor, bir şey uyanıyor birdenbire ve benimle konuşmak istiyor.  Konuşuyor. Benim içimde bir şeylerin kıpırdandığını ve onunla konuştuğunu ama coğrafya derslerinden veyahut Çankırı’daki Tatlı Çay’ın yahut Acı Çay’ın sellerinin, alıp götürdüğü toprakların bıraktıkları hatıralar… Birdenbire bütün bunlar canlanıyor ve konuşmamız sürüyor. O zaman ben bir vecd ü istiğrak halindeyim adeta. Ne zaman ki son mısraı buluyor, söylüyorum; dünyalar benim oluyor mesud oluyorum.

-        Ve bu saadeti kimlerle, nasıl paylaşıyorsunuz hocam?

Bir şiire rastlarsanız, cönklerde; şu halk edebiyatından filan derlenmiş, güldestelerde. Hoşunuza gider ama bakarsınız altında ”Laedri”; adresi belli değil, adı sanı, yeri yurdu belli değil. Benim mutluluğumu, kendilerinden bihaber olduğum sevgili okuyucularım, okudukları zaman bir yerde kulaklarımın çınlar gibi olduğunu, içimde bir şeylerin depreşir gibi olduğunu hissederim. Ben derim (11) [Sayfa 71]ki; “Şiirimi biri mutlaka okudu; içimdeki bu telesme, bu ihtiza (titreme) herhalde oradan geliyor! derim.

-        Efendim, tabii her şiiri sancılı saatlerin, günlerin, ayların ve bazen yılların sonunda doğuyor. Rilke’nin söylediği bir “birikim” in içinden doğuyor ve şair okunu bilinmeze fırlatıyor.

Evet, efendim, şiirin ne zaman ne vakit geleceği belli olmuyor. Mesela bir gece, eskilerin tabiriyle “Beye’n nevmü ve’l-yakaza” uyur uyanık, iyi saatte olsunlar, geldiler. Hoş geldiler safa geldiler. Ama hazırlıklı geldiler. Kulağımda –iç kulağımda- gönül dünyasında bir ses; “Gecenin bir yarısında, kalem vakit der seslenir”. Kendimi toparlamaya çalıştım, devşirmeye çalıştım, toparladım kendimi… Kalktım, derhal yazdım. Ötesi de hemen geldi, “Kalemler içerisinde kelam vakit der seslenir”. Sonu şöyle bitiyor, -sonradan bu şiir oldu- sonu şöyle bitti: “Tüyce bir dal üzerinde/ Şunca bir çiçek olurum/ Ancak gülecek olurum/ Ölüm vakit der, seslenir!” Bu artık toparlandı, toparlandı; beş dörtlük halinde ve artık kıvamını bulmuş bir ok olarak fırladı gitti, bir semti meçhule.

-        Efendim, hayatınızın belli bir döneminden itibaren meçhule oklar fırlatıyorsunuz. Böyle bir vazifeyle dünyaya gelmek nasıl bir ağırlık, nasıl bir zorluk , nasıl bir güzellik, nasıl bir nasip ve zevk?

Bu tatlı bir çile, Yağmur, canım dostum. Bu çilenin zevkini ve bahtiyarlığını tarif imkansız, muhal. Ben bu çilenin mahkumu olmakla, dünyanın en bahtiyar insanı sayıyorum kendimi.

-        Hocam, şairlere arada bir böyle sorular sormalı derim hep: Yaratanla aranız nasıl?

Yaratan şükranımı bu dünyada ödememe imkan yok. Eğer aradan hicap –Mevlid’de olduğu gibi- ref’ olup da, yanı kalkıp da, cemalullahı görürsem, o zaman haykıra (12) [Sayfa 72] haykıra “Beni bahtiyar ettin, artık bu dünyada cennete ihtiyacım kalmadı!” diyeceğim. İyi mi diyeceğim?

-        Estağfurullah. Mutlaka ”İyi” diyeceksiniz. Aynı yerden devam edelim: Ara sıra ona sitem meyanında ses verdiğiniz oluyor mu efendim?

İnsanlık hali, beni bu kadar sıkıştırmayın. Evet, bazen, aramızın bazı yerlerde azıcık şeker reng olduğu olur. Aramızda!

-        Efendim, bir manada şair onun yaratıcılığından böyle bir nebzecik kendisine lütfettiğini duyan insan değil midir?

Evet. Fakat tabii…

-        Sıkıntıda buradan mı doğuyor acaba?

Evet, üzüntü buradan doğuyor. “Bu kadarı biraz fazla değil mi? Niye bu kadar verdin?” diyorum zaman zaman . “Niye karşındakine bu kadar esirgedin de, bana niye bu kadar yüklendin?” diyesim oluyor. 

-        Peki efendim, şimdi şiir tarzlarına ve şekil özelliklerine girelim. Sizin heceyle, aruzla aranız nasıl?

Efendim, küçükken işe, kış gecelerinde (Çankırı’da) mahalle hanımlarının, annem de dahil Ahmediyyeler, Muhammediyeler, Yunuslar okunduğu gecelerde, artık şiir dünyasına girmiştik. Sonradan bir Fuzuli peydah oldu hayatımda.

-        Hece dinlediniz, heceyle tanıştınız, sonra aruzla tanışmış oluyorsunuz. Şu andaki kanaatleriniz zaviyesinden konuşabilir miyiz, hece ve aruzla aranız nasıldı efendim?

Her ikisine de elhak malikim, sahibim. Fakat Denizden Çalınmış Ülke’nin, en başımda ithafiyem vardır Yahya Kemal’e; onun da dediği gibi, “Zeki, ben hece vezniyle bir ‘Ok’ şiiri yazdım ama ben de beğenmedim, olmadı.” Erzincan büyük depremi üzerine “Bu memleket böyle ağlar” diyerekten bir şiir yazmıştım. Herhalde onu (13) [Sayfa 73] okumuş ve görmüş olmalı ki; “Zeki Ömer, sen bu yolda yürüyeceksin ve bu memlekete bu yolda eser vereceksin!” dedi . Bana, adeta yolumu, hedefimi gösterdi.

-        Neydi o yol?

Heceden ayrılmamayı, heceyi devam ettirmemi. Çünkü o şiir koşma halindeydi, vezinli, kafiyeli bir şiirdi. Fakat sonradan ben Yahya Kemal üstadın bu çizdiği hattan uzaklaştım. Konu ne emrederse, konu ne derse ben onun kulu kölesiyim.

-        Evet efendim, siz serbest vezinle de şiirler söylüyorsunuz. Hemen bir dikkati sorayım: Serbest veznin yaygınlaşması, herkesin kendini şair sanması sonucunu getirdi diyenler var.

Evet. Bu yanlış, Elbette, har satırları alt alta dizen şair olmaz. “20 yaşında herkes şairdir” derler ya, işte bu anlayışın, bu zihniyetin ifadesi. Daha önce de konuştuğumuz gibi, şiir bir arının çalışması gibi, çırpınması gibi, devinmesi gibi, dağdan dağa, bağdan bağa dolaşması ve ondan sonra bütün bu topladıklarını gelip gömece, kendi içini de katarak koyması gerekir.

-        Peki efendim, şimdi serbest vezinle söyleyen birçok insan var, dergilere girenleri bile yüzleri bulur. Takip ediyor musunuz? Hakikaten içlerinde şair denebilecek kaç insan çıkar?

Vallahi dergileri tabii yakinen takip etmemem, hem zaman bakımından , hem de mali bakımdan imkanım yok. Fakat izleyebildiğim kadarıyla, arada bazı mum ışıkları, bazı pırıltılar görürü gibi oluyorum.

-        Şöyle sorayım efendim; hece ve aruzla yazılmış bir şiirin şiir olup olmadığını anlamak mı kolay, serbest vezinle söylenmiş bir şiirin, şiir olup olmadığını anlamak mı kolay? (14) [Sayfa 74]

Serbest daha zor. Çünkü orada müzikaliteden, yani hecenin ve aruzun musikisinden, vezin ve fafiye desteğinden mahrumsun. Kafiye güzel, vezin güzel ama kâfi değil. Bir destek nihayet.

-        Vezinler birer alet, evet.

Evet, o kadar. Eğer içinizde cevher varsa ve onu dilin, Türkçe’nin, benim 40 tülbentten süzülmüş Türkçemin eleğinden, haddesinden geçip de, bütün yoğunluğuyla söylenememişse, o vezinden ve kafiyeden mahrumsa, şiir laşey olur nihayet, laşey. Hiçbir şey.

-        Efendim, bir şiir kitabınızın adı Denizden Çalınmış Ülke. Denizden ülkeler çaldınız. Nasıl desem?

Efendim, çok müşkül sualler soruyorsunuz bana. Bu sorunuzu cevaplandırmak için, bütün hayatımı ortaya, gözünüzün önüne sermem, dökmem lazım, buna da imkan yok, yer müsaid değil. Zemin ü zaman müsaid değil. Efendim, ben mütemadiyen yıkıntılar, çöküntüler geçirmiş bir insanım. Hayat sonsuz bir deniz; hani şu yıkıntılardan, döküntülerden kamyonlarla alıp alıp götürüyorlar, sahillere döküyorlar. Biraz daha yer kazanalım diyerekten. Ben de bütün bu yıkıntılar ve döküntüler neticesinde, şu hayat denizinden şöyle bir avuç içi kadar, bir gülümlük -tevriye yapıyorum; hem “gül” kelimesinden, hem de tebessüm, yerinde kullanıyorum-bir yer kazanmaya çalıştım. Denizden Çalınmış Ülke bu benim için. Avuç içi kadar bir yer. (15) [Sayfa75]

-        Efendim şiiri kolay mı söylersiniz, zor mu?

Bu, bir vakit-saat meselesi diyelim. Hakikaten bazen ruh adeta konuşmaya müheyya bir durumda, amade, Mesela , “Nereden Teşrif?” başlıklı şiir böyle gelmiştir. Yuşa Tepesi2ne çıkıyorlar, adak adıyorlar, bilmem ne yapıyorlar. Bir gün Yuşa Tepesi’nin karşısındayoız, doğuyor:

“Yine eller beyaz beyaz, niyazdan mı geliyorsun?

Malihulyaya dönmüşüm Boğaz’dan mı geliyorsun?”

Ve bu çok sürmüyor, derhal bitiyor.

“Kıyıdaki tekne” şiirim mesela. İnebolu’dayım. Karadeniz’e hâkim bir kahvehanede, camın kenarında oturuyorum. Yelkenliler pupa yelkenli geçiyor ama benim gözüm kumlar, çakıllar üstünde, sahilde. Boyaları dökülmüş mutsuz yelkenlilere, kayıklara ilişiyor. “Kıyıdaki Tekne”, bu şuuraltına inmiş bu bedbahtlık, bu teknelerin talihsizliği. İstanbul’a geldim, aynı manzarayla karşılaştım. Fransa’ya gittim, Prag’a gittim, bunu gördüm ve şiir Paris’te teşekkül etmeye başladı, yıllar ve yıllar sonra.

-        Efendim, bir şiir, geldiği gibi zapt edilir ve öyle mi çıkar? Zaptedildikten sonra rötuşa tabi tutulur mu? Çok kullanılan tabirle söyleyelim: Kuyumculuğunuz var mıdır?

Ben usanmak bilmeyen bir tamirciyim. Asıl sesimi, asıl beni arıyorum; bulamadığım, mütemadiyen cıvalar gibi elinden kaçan, kendimi yakalamaya çalışıyorum. Eğer bir kelime yerine oturmadıysa, mutlaka ve mutlaka ben huzursuzum. 10 yıl sonra da olsa ben mutlaka şiirin o mısraını, hatta o şiiri değiştireceğim.

-        Akıl yürütme, mantık sonradan devreye giriyor büyük nispette. Duyguyla başlıyor…

Hanı Yunus, dolabı usanmaz bir işçi olarak tasvir eder ya; ben usanmaz tamirciyim. Ne zaman ki, bundan ötesi artık benim harcım değil, içerdeki yeter derse şiirim tamamdır. (16) [Sayfa 76]

-        Şairsiniz. Yanı sıra resme ve musikiye de merakınız var. Lütfen, ressamlığınızdan ve musikişinaslığınızdan bahseder misini?

Kastamonu’da bir-iki yağlı boya resim yaptım, tablo diyemeyeceğim. Eğer Eskişehir düşmeseydi ve İtalya’ya resim tahsili için seçildiğim halde gidememek bedbahtlığına uğramasaydım, belki tablolar verecektim. Aynaya bakarak yaptığım resim, ilk resmimdir, hala saklarım. 18 yaşımda –altına da yazmışım- “18. Sal’i hayatım” diye. Yani yaşım 18. Zaten o merak değil midir ki; beni bilhassa empresyonistlere hayran kılmıştır. Ama onunla kaldım; hayır. Resim de ben de bir hastalık halinde. Gel gör ki, şiir yakamı bırakmıyor. (17) sayfa [77]




YORUM EKLE
YORUMLAR
zuhal
zuhal - 8 yıl Önce

paylaşım için teşekkürler