banner306

Bana Babanı anlat!

Çocuğun kişilik gelişiminde babanın rolü çok önemlidir. Baba, ailenin maddi ihtiyaçlarını yerine getiren, aile üyelerini tehlikelere karşı koruyan, güven ve güç sembolüdür. Çocuk babası ile birlikte iken kendisini güvende hisseder.  Çocuğun gözünde baba dünyanın en güçlü ve en bilgili insanıdır. Çocuklar arasında “Benim babam senin babanı döver,” sözü çok yaygındır. Çocuk bunu söylerken samimidir, yani inanarak söyler. Bu sözün çocuk dilinde anlamı şudur: “Beni seven, her türlü tehlikelere karşı koruyan bir babam var. Babam varken kimse bana zarar veremez.” Baba modeli ile Allah inancı arasında büyük bir benzerlik vardır. İdeal baba modelinden yoksun büyüyen çocuklarda Allah inancı da doğru gelişmez. 

 Öz güven eksikliği, uyum ve davranış bozuklukları, sosyal fobi, sorumluluktan kaçma, kurallara uymama, suça yatkınlık gibi psikolojik sorunları olan gençlerin çocukluk yıllarını analiz ettiğimizde büyük oranda ideal baba modelinden yoksun büyüdüklerini görüyoruz. Psikiyatrist Dr. Yusuf Karaçay arkadaşımızın da Zafer dergisindeki yazılarında sıklıkla bahsettiği gibi, psikolojik rahatsızlığı olan gençlere terapi verirken, “bana babanı anlat” dediğimizde önce şaşırıyorlar; terapi ilerledikçe işin gerçeğini anlıyorlar. Gençler dinlemeye ve anlamaya açıklar. Sebebini açıkladığınız zaman gerçeği kabul ediyorlar. Ancak babalara tutumlarının yanlış olduğunu kabul ettirmemiz kolay olmuyor. Her şeyi onların iyiliği için yaptıklarına inanıyorlar.

TİPİK İKİ BABA ÖRNEĞİ

Örnek Bir:

Yatılı özel bir lisede okuyordu. Sınavlarda devamlı zayıf alan bir öğrenciydi. Sağlıklı ve zeki bir gençti. Çok iyi futbol oynuyordu, okul takımının kaptanıydı. Son matematik sınavından yine zayıf almıştı. Öğretmen notları okurken sıra ona geldiğinde hiç ilgilenmemiş görünüyordu. Öğretmen yanına yaklaştı. Öğretmenin yanına geldiğini fark etmemişti. Çünkü o sırada dizinin üstüne koyduğu bir kitabı okuyordu. Öğretmen kitabı alıp baktı. Bu bir romandı. Genç, matematik dersinde roman okuyordu. Öğretmen kitabı kapatıp sıranın gözüne koydu. Eliyle gencin başını okşadı. Genç öğretmenin elini tuttu. “Yapmayın hocam, ayıp oluyor... “ dedi. Anlaşılan sınıfın önünde çocuk yerine konduğunu düşünüyordu. Öğretmen:

-“Yine zayıf almışsın,” dedi.

-“Önemli değil,” dedi genç.

-“Benim için önemli. Sen zayıf alınca üzülüyorum.”

-“Zayıf alan benim, siz neden üzülüyorsunuz ki?”

-“Zeki bir öğrencinin zayıf alması beni üzüyor. Bunun bir sebebi olmalı.”

-“Sebebi basit: Çalışmıyorum, zayıf alıyorum. Zayıf almam sizi neden bu kadar

   ilgilendiriyor?”

-“Çünkü seni seviyorum.”

Sanki samimi olup olmadığını anlamak ister gibi öğretmenin yüzüme baktı. Öğretmen diyalogu daha ileriye götürmedi. Arkadaşlarının önünde eleştirilen gençlerin sert tepki vereceğini biliyordu.

Dersten sonra öğrenciyi odasına çağırdı, uzun çabalardan sonra, bir psikologla görüşmeye ikna etti. Gençleri psikologla görüşmeye ikna etmek çok zordur. Aslında aynı zorluk yetişkinler için de geçerli. Ülkemizde psikolojik danışmanlık kültürü fazla yaygın olmadığı için sokaktaki adama psikolog veya psikiyatrist nedir diye sorduğunuzda “deli doktoru” cevabını verecektir.(*)

Psikolog gençle yaptığı ön görüşmede şu bilgilere ulaştı: Ailesi aynı şehirde oturduğu halde okula yatılı vermişlerdi. Baba, inşaat müteahhitliği yapıyordu, maddi durumu iyiydi. Annesi üveydi. Dört yaşında bir üvey kız kardeşi vardı. Psikolog gence çay ikram edip biraz takım muhabbeti yaptıktan sonra: “Bana babanı anlatır mısın?” dedi.  Zeki bir gençti. Güldü. “Ben derslerimi veya üvey annemi soracağınızı bekliyordum,” dedi. “Onlar da önemli, ama sen bana babanı anlat,” dedi psikolog.

-“Babam beni sevmez...”dedi genç ve sustu.

-“Sevmediğini nerden biliyorsun? Belki seviyor, ama belli etmiyordur.”

-“Ben çocuk muyum? Sevilip sevilmediğimi bilmez miyim? Bir gün olsun başımı okşadığını, beni sevdiğini söylediğini hatırlamıyorum. Sevdiğim her şeye karşıdır. Futbolu çok seviyorum, ileride büyük bir takımda oynamak istiyorum. Derslerime engel olduğunu düşündüğü için futbol oynamamı yasakladı. Okuyup inşaat mühendisi veya mimar olmamı istiyor. İnşaat mühendisi olup birlikte çalışacak, çok para kazanacakmışız. Beni sevdiği için değil, daha çok para kazanmak için mühendis olmamı istiyor. Yatılı okula verirken bana hiç sormadı.”

Genç, babanın kendisini evden uzaklaştırmak için yatılı okula verdiğini düşünüyordu. Hafta sonları eve gittiğinde babası “Zayıflarını düzeltmeden eve gelmeyeceksin!” demiş. O da hafta sonları eve gitmiyor, babadan intikam almak için ders çalışmıyordu. Her aldığı zayıf babanın kalbine atılmış bir oktu. Babaya inat bütün boş zamanını futbol oynayarak geçiriyordu. Asıl intikamını büyük bir takımda oynadığı gün alacaktı.

Psikolog baba ile görüştü. Oğlunu sevip sevmediğini sordu. “İnsan evladını sevmez mi?” dedi baba.

-“Oğlunuza kendisini sevdiğini söylüyor musunuz? “

-“Hayır.”

-“Hiç oğlunuzu kucaklayıp başını okşadınız mı?”

-“Bebekken evet, ama büyüdüğü zaman hayır.”

-“Neden?”

-“Şımarmasın diye.”

-“Şımarmak ne demek? Şımarınca ne oluyor?”

-“Şımartılan çocuk okumaz. Kız kardeşimin on sekiz yaşında bir oğlu var. Liseden terk. Neden okumadı biliyor musunuz? Enişte ve kız kardeşim severek çocuğu şımarttılar, her istediğini aldılar. Şimdi yaptıklarına pişmanlar, ama iş işten geçti. Okumadığı gibi, bir meslek de öğrenmek istemiyor. Baba ekmeğini yiyip geziyor. Ben oğlumun okuyup mühendis olmasını, işimizin başına geçmesini istiyorum, ama ona bir türlü anlatamıyorum. Top peşinde koşturmaktan ders çalışmıyor. Evde ders çalışmadığı için yatılı okula verdim. Akşam etütleri var, öğretmenler öğrencilerin başında durup ders çalıştırıyorlar. Bu çocuğun okuması için daha ne yapabilirim? Deli olacağım, bir türlü anlamıyorum!”

Psikologun işi zordu. Babaya tutumunun yanlış olduğunu kabul ettirmesi için epey ter dökmesi gerekiyordu.  Çünkü baba yaptığının doğru olduğuna inanıyordu. Muhtemelen, onun da yüz bulup şımarmasın diye sevdiğini belli etmeyen bir babası vardı.

Örnek İki:   

Dindar bir babanın oğluydu. Zeki bir çocuktu. Daha beş yaşında iken babası ona namaz surelerini ezberletmeye başlamıştı. Her sure ezberleyişinde babası mutluluktan uçuyor, oğlunu kucağına alıp seviyor, kendisine böyle akıllı bir çocuk verdiği için Allah’a şükrediyordu. Babasının mutlu olduğunu ve kendisini sevdiğini görünce çocuk da gayrete geliyor, yeni bir sure ezberlemek için büyük çaba gösteriyordu. Gerçi bazen şaşırdığı oluyordu, ama babası tekrar yaptırarak ezberini kuvvetlendiriyordu. Annesi: “Çocuğu fazla sıkıştırıyorsun, bey” deyince kızıyor; “Sen karışma hanım, ağaç yaşken eğilir” diyordu.

Bu akıllı çocuk sadece sure ezberlemekle kalmıyor, babasıyla birlikte abdest almasını ve namaz kılmasını da öğreniyordu. “Önce eller yıkanacak. Sonra üç kere ağzımıza su alıp çalkalayacağız. İşte bak böyle. Sonra üç kere buruna su çekip...... “ diye devam ediyordu baba. O da babasına bakarak aynısını yapıyordu. Suyla oynamayı sevdiği için abdest almak hoşuna gidiyordu.

Sonra babasıyla birlikte namaza duruyor, onun gibi el bağlayıp ezberlediği sureleri okuyordu. Bazen şaşırıp ne okuyacağını unutuyor, ama babası üzülmesin diye söylemiyordu. Uzun süren namazlarda canı sıkılıyor, yine babası üzülmesin diye belli etmiyordu. “Eğer üzülürse beni sevmez,” diye geçiriyordu içinden.

Bir gün çocuk:

-“Baba, dedi, neden namaz kılıyoruz?” 

-“Allah emrettiği için,” dedi babası.

-“Bazen namaz kılmasak ne olur?”

-“Allah’ın emrine karşı gelmiş, günah işlemiş oluruz. Sağ tarafımızda sevapları, sol tarafımızda günahları yazan iki melek vardır. Namaz kıldığımız ve iyi bir iş yaptığımız zaman sağ tarafımızdaki melek sevap yazar. Namaz kılmadığımız ve kötü bir iş yaptığımız zaman sol tarafımızdaki melek günah yazar. Öldüğümüz zaman sevaplarımız günahlarımızdan fazla ise Allah cennetine koyar. Günahlarımız fazla ise Allah cehennemine koyar.”

-”Cehennem ne demek? Kötü bir yer mi?”

-“Evet, oğlum; hem de çok kötü bir yer. İçi ateş doludur. Zebani adı verilen cehennem bekçileri vardır. Günahı fazla olanları tutup ateşin içine atarlar.”

Çocuk korkudan titredi. Oğlunun korktuğunu fark eden baba, “Sana cenneti de anlatayım, dedi. Cennet yem yeşil ağaçlarla, çiçeklerle dolu, içinden ırmaklar akan bir yerdir. Cennette çalışmak yok. Her istediğin şey yanına gelecek.”

-“Cennette oyuncak da var mı?” dedi çocuk.

-“Var.” dedi baba.

-“Bisiklet?” 

-“Bisiklet, oyuncak, çikolata, aklına ne gelirse.”

-“Keşke Allah’ın cehennemi olmasaydı...” dedi çocuk.

-“Tövbe, dedi baba. Olur mu öyle şey? O zaman kötüler de cennete giderdi. Kötüler cezasını bulmalı. Kötülerin yeri cehennemdir.”

Baba iyi niyetliydi, ama psikolojisi bilmediği için cehennemden bahsederek çocuğun küçücük kalbine korkuya dayalı bir Allah inancı ektiğinin farkında değildi. Amenna. Cehennem haktı, ama buluğa erinceye kadar çocuklara kapalıydı.

Çocuğun hiç arkadaşı yoktu. Babası küfür ve kötü huylar edinir diye sokağa çıkmasına izin vermiyordu. Altı yaşına geldiğinde okula başladı. Okulda namaz kılacak yer yoktu. Babası: “Okulda kılamadığın namazlarını evde kaza yaparsın,” dedi.

Daha birinci dönem bitmeden okumayı ve yazmayı öğrendi. Öğretmeni kurdele takarken: “Sen akıllı bir çocuksun, ileride büyük adam olacaksın,” dedi. Öğretmenini çok seviyordu. Aylar çok çabuk geçti. Nihayet ikinci yarı yıl da bitmiş, karne günü gelmişti. Öğretmen karneleri dağıtıyordu. Çocuğun karnesini verirken: “Aferin, dedi, hepsi pekiyi.”  Çocuğu yanaklarından öptü.

Sıra arkadaşı Ahmet’in de karnesi pekiyiydi. Ahmet sevinçle bağırdı: “Yaşasın, bir bisikletim olacak! Pekiyi ile geçersem babam bana kırmızı bir bisiklet alacağına söz verdi.”  Çocuk içini çekti. Babası kendisine böyle bir söz vermemişti. Yine de ümidini kaybetmek istemedi. Belki babası karnesini görünce ona da bir bisiklet alırdı.

Çocuk eve gittiğinde babası daha işten dönmemişti. Karnesini annesine gösterdi. Anne pekiyi ile dolu karneyi görünce çok sevindi. Oğlunu öpüp tebrik etti. Çocuk annesine sordu: “Babam da karneme çok sevinir mi?” Anne: “Elbette, dedi, baban da çok sevinecek.”  Çocuk bu soruyu sorarken aklında kırmızı bir bisiklet vardı. “Biliyor musun anne, dedi, pekiyi ile geçtiği için Ahmet’in babası ona kırmızı bir bisiklet alacakmış...” Anne çocuğun niyetini anladı, ama kocasının huyunu bildiği için çocuğu ümitlendirmek istemedi, anlamamış gibi davrandı.

Akşam olup baba işten dönünce çocuk sevinç ve ümitle karnesini gösterdi. Baba: “Aferin, dedi, sana da bu yakışır.” Çocuk, “Haydi baba, çok sevindiğini ve bana bir bisiklet alacağını söyle!” dercesine babasının gözlerinin içine baktı. Ancak bu gözlerde hiçbir ümit ışığı göremedi. Bütün hayalleri suya düşmüştü. Çocuk odasına gittiği bir sırada annesi, babaya bisiklet meselesini açtı. “Olmaz!” dedi baba. “Sokaklar tehlikeli. Araba çarpar, bisikletten düşer, kolu bacağı kırılır, sakat kalır. Hiç bunları düşündün mü?” Annenin korktuğu başına gelmişti. Babanın bisiklet almaya niyeti yoktu.

Çocuk o gece rüyasında hep kırmızı bir bisiklet gördü. Babası onu bisikletçiye götürüyor, aynalı, kornalı, kalın tekerli, kırmızı bir bisiklet alıyordu. Eve bisikletine binerek geliyordu. Sabah gözlerini açtığında, rüyasını hatırladı. “Keşke rüyam hiç bitmeseydi,” dedi içini çekerek.

Bisiklet hayali suya düşmüştü. Çok üzgündü. Birden, karneleri dağıtmadan önce, öğretmenin söyledikleri aklına geldi: “Bir yıl boyunca çalıştınız. Şimdi iyi bir tatili hak ettiniz. Dilediğiniz gibi oynayın, koşturun. Köyü olanlar köyüne gitsin. Bu arada adını yazdırdığım masal ve hikaye kitaplarını okumayı da unutmayın. Okula döndüğünüz zaman gezdiğiniz yerleri ve okuduğunuz kitapları sınıfta anlatacaksınız.” Bisiklet üzüntüsü köy sevincine dönüştü. “Yaşasın, tatilde dedemin köyüne giderim!” dedi içinden. Bu sevdiği dede annesinin babasıydı. Babasının babası olan dede, o daha doğmadan ölmüştü.

Babası işe gittikten sonra köy hayalini annesine anlattı. Babasıyla böyle şeyler konuşmaz, hep annesine açardı. Annesi: “Deden de buna çok sevinir,” dedi. “Ninem ve dayım da sevinir, değil mi?” dedi çocuk. “Evet, dedi annesi, ninen ve dayın da sevinecek bu işe. Hepsi seni çok seviyorlar.” 

Akşam yemeğinden sonra anne ve çocuk babaya köy meselesini açtılar. Baba: “Seneye belki, ama bu sene olmaz, dedi. Oğlumuz bu yaz Kur’an kursuna gidecek.” Çocuğun ikinci hayali de suya düşmüştü. Üzüntüden yanakları soldu. 

Çocuk, cehennemine atmasın diye Allah’tan, sevgisini esirgemesin diye babadan korktuğu için Kur’an kursuna gitti. Kısa zamanda elifbayı bitirip Kur’ana geçti. Baba çok mutluydu, oğlunun zekasıyla övünüyordu. Ama çocuk hiç mutlu değildi. Aklında hep kırmızı bisiklet ve köy vardı.

Yıllar çok çabuk geçti. Çocuk başarıyla ilk ve orta okulu bitirip liseye başladı. Namazını hiç bırakmadı. Okulda iken kılamadığı namazların evde kazasını kıldı. Sınıf arkadaşları ona “Molla” adını takmıştı.  Bir komşu kızı vardı. Okula aynı servisle gidip geliyorlardı. Bir sabah boş yer kalmadığı için kız onunla aynı koltuğa oturmak zorunda kalmıştı. Kızın yanına oturduğunu görünce, utancından yüzü kıpkırmızı oldu, bütün vücudu titriyordu. Kalkmak istedi, ama bir türlü kalkamadı.

O gün akşamı zor etmişti. Okula nasıl gitmişlerdi, servisten nasıl inmişlerdi, hatırlamıyordu. İçinden, anlam veremediği, tuhaf cinsel hisler geçiyordu. “Allah’ım affet, bu hissettiklerim için günah yazma” diye dua ediyordu. O gün anlatılan hiçbir dersi hatırlamıyordu. Aklında komşu kızından başka bir şey yoktu.  

Eve gelince doğruca odasına gitti. Kapıyı kapatıp yatağına yattı. Annesi merak etmişti. Odasına girdi. “Neyin var oğlum, dedi, hasta mısın?”  Genç, yorganı başına çekti. “Yok bir şeyim, dedi, yalnız kalmak istiyorum.” Uyumak ve o gün olanları unutmak istiyordu; ama uyuyamıyordu.

Annesi gelip akşam yemeğinin hazır olduğunu, babasının kendisini sofrada beklediğini söyledi. Babasını bekletmek olmazdı. Hiç iştahı yoktu. Babası huylanıp soru yağmuruna tutmasın diye, önüne konan her şeyi yedi. “İzninizle, ders çalışmaya gidiyorum” dedi. Aslında ders çalışacak durumda değildi. Odasına girip çalışma masasına oturdu. Rasgele bir kitap açtı, ama okumuyordu. Babası kontrol etmek için geldiğinde ders çalıştığını zannetmeliydi.

   Bir süre aynı sayfanın başında oturduktan sonra, yatsı namazını kılmak için, kalkıp abdest aldı. O tuhaf duyguları bir türlü aklından atamıyordu. Seccadesini serdi. Namaza durmak için el kaldırdı. Komşu kızının hayali gelip karşısına dikildi. Gözlerini yumdu. “Allah’ım affet! Şeytan peşimi bırakmıyor. Beni şeytanın şerrinden koru” dedi. Namaza durdu. Aynı hayal ve aynı duygular. Onlardan kurtulmak için sureleri sesli okudu. O kurtulmak istedikçe duygular daha şiddetle aklına hücum ediyordu. “Bu namaz olmadı,” dedi. Bir kere daha kıldı. Olmadı. Bir kere daha kıldı. Kıldığı namazların sayısını unuttu.

Aklına gelen kötü duygular yüzünden kalbinin bozulduğunu, şeytana uyduğunu ve günaha girdiğini zannediyordu. O böyle zannedip aklına gelen kötü duyguları önemsedikçe, güçlenip zihnini bulandırıyorlardı. Halbuki aklımıza kötü bir fikir gelse, bu fikri işlemediğimiz sürece günah yazılmadığını; ama iyi bir şey yapmak isteyip de buna imkan ve fırsat bulamadığımız zaman sevap yazıldığını bilmiyordu. Allah gafur ve rahimdir.

Bitkin bir halde yatağa yattı. Peş peşe sureler okudu, dualar etti, Allah’tan af diledi. Gecenin yarısından sonra ancak uyuyabildi. O gece ergenliğin belirtisi olan ilk ıslak rüyayı gördü. Dehşet ve korkuyla uyandı. “Eyvah, dedi, büyük bir günah işledim.” Ergenlik belirtilerine karşı bilgisizdi. Anne ve baba onu hiç bu konularda bilgilendirmemiş, ergenliğe hazırlamamıştı. Dahası, uykudaki insana günah yazılmadığını da bilmiyordu.

O günden sonra gençte belirgin değişiklikler olmaya başladı. Anne ve babasıyla eskisi kadar konuşmuyordu. Odasına kapanıyor, uzun süre namaz kılıyordu. Annesi odasına girdiği zaman çoğu kez onu namaz kılarken görüyordu. Her akşam banyoya giriyor, uzun süre yıkanıyordu. Ayakkabısını çıkardıktan veya kapı koluna dokunduktan sonra lavaboya gidiyor, defalarca ellerini yıkıyordu.

Okul başarısı düşmeye başlamıştı. Çok çalıştığı halde yazılı sınavlardan zayıf alıyordu. Halbuki sözlü sınavlarda iyiydi. Yazılı sınavlarda zamanın yetmediğinden yakınıyordu. Bir paragrafı veya problemi okuduktan sonra, anladığından emin olamıyor, tekrar okumak zorunda kalıyordu. Soruların yarısına geldiğinde sınav süresi bitmiş oluyordu.

Rehber öğretmen gencin babasını çağırdı. “Oğlunuzu bir psikologa götürün, ruhsal durumu iyi değil” dedi. Baba da oğlundaki değişiklikleri fark etmişti. “Dindar bir psikolog tanıyor musunuz? Oğluma nazar değdiğini düşünüyorum,” dedi. Rehber öğretmen güldü. Babayı ikna etmek için: “Merak etmeyin, dedi, sizi iyi bir psikologa göndereceğim.”

Baba, rehber öğretmenin adını ve adresini verdiği psikologa gitmek üzere oğluyla birlikte okuldan ayrıldı. Rehber öğretmen psikologu telefonla arayıp bilgi verdi. Psikolog babayı ve oğlunu dinledikten sonra bazı testler uyguladı. “Oğlunuzda, ‘obsesif kompulsif disorder’ adını verdiğimiz ruhsal bir rahatsızlık var,” dedi. İlaç tedavisi ile birlikte terapi görmesi gerektiği için bu konu beni aşıyor, bir pikiyatriste gitmeniz gerekiyor, dedi. Ayrıca sizin de terapi görmeniz lazım. Hatalı tutumlarınız yüzünden oğlunuz bu duruma gelmiş.”

Baba psikologun söylediği çoğu şeyi anlamadı, ama iyi şeyler olmadığı belliydi. “Kusura bakma efendi, dedi, ne demek istediğinizi tam anlamadım. Benim anlayacağım şekilde anlatır mısınız? Oğlumun nesi var? Ben ne gibi hatalar yapmışım?” Psikolog test sonuçlarını ve kendi kanı raporunu babaya uzattı: “Bunları adını vereceğim psikiyatriste götürün, gerekli açıklamaları o yapar,” dedi.

Baba, yıkılmış bir halde, çaresiz, ikinci adrese gitmek üzere, oğluyla birlikte oradan ayrıldı. Psikiyatrist, test sonuçlarını ve psikologun tanı raporunu okuduktan sonra babaya: “Siz lütfen bekleme salonunda oturun, oğlunuzla görüştükten sonra sizi de çağıracağım,” dedi. Baba dışarı çıktıktan sonra, psikiyatrist gence döndü: “Bana babanı anlat,” dedi. Genç şaşırdı. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordu. Doktor tekrarladı: “Ta çocukluğundan itibaren, baban hakkında ne hatırlıyorsan anlat” dedi. Genç anlatmaya başladı. Doktor sorularıyla gence yardımcı oldu ve yukarıda özetini verdiğimiz baba hikayesi ortaya çıktı.

Baba iyi niyetliydi. Her şeyi çocuğunun iyiliği için yaptığına inanıyordu. Onu dindar, Allah’ını, kitabını bilen bir insan olarak yetiştirmek istemişti. Ancak yaklaşımı çocuk psikolojisine aykırıydı. Aşırı koruma içgüdüsüyle ona çocukluğunu yaşama fırsatı vermemişti. Aşıladığı Allah inancı gerçek değildi, korkuya dayalıydı. Peygamber efendimizin ifadesiyle, gerçek Allah, çocuklara karşı annelerinden daha şefkatliydi. Buluğa erinceye kadar çocuktan kalem kaldırılmıştı, yani günah yazılmıyordu. Baba cehennemle korkutarak çocuğun zihninde yanlış bir Allah inancının doğmasına yol açmıştı. Çocuk, Allah’ı sevdiği için değil, cehenneminden korktuğu için ibadet ediyordu.

Baba cinsiyet konusunda çocuğuna bilgi vermemiş, onu ergenliğin belirtilerine karşı hazırlamamıştı. Çocuk, ergenliğe geçişte yaşadığı hızlı hormon değişikliği ve bunun getirdiği cinsel uyanış karşısında paniğe kapılmış; temeli çocukluğa dayanan günahkarlık duyguları ağır basmış, obsesiyonlara (saplantılara) dönüşmüştü.

Psikiyatrist gence ilaç tedavisi ile birlikte terapi uygulamaya başladı. Babayı da terapiye alarak tutumunun hatalı olduğunu örnekler vererek ikna etmeye çalıştı. Bir süre sonra anne de terapiye katıldı. Ailenin tutum değiştirme çabaları bir süre sonra gençte iyi sonuç vermeye başladı. Çünkü kendisini seven bir ailesi, gafurur rahim olan (müminlerin günahlarını affeden, kusurlarını örten, yüksek merhamet sahibi) bir Allah’ı vardı.

Baba ve Allah İnancı

Çocuklar, okul öncesinde babalarını dünyanın en güçlü, en bilgili ve en maharetli insanı olarak tasavvur ederler. Her çocuk babasının gücü ile övünür. “Benim babam senin babanı döver,” derken çok samimidir. Bunu söylerken bir anlamda demek istemektedir.

Anne çocuğuna Allah’ın dünyayı ve insanları yarattığını, her şeyi bildiğini ve her şeye gücü yettiğini anlatırken çocuk sorar: “Anne Allah babamdan daha mı güçlüdür?” Anne cevap verir: “Evet çocuğum, Allah babandan daha güçlüdür. Allah’tan daha güçlü bir şey yoktur. Dünyayı, üzerindeki bütün canlıları, güneşi, yıldızları yaratan Allah’tan daha güçlü kimse yoktur.”

Çocuk okula başlayınca öğretmeni ile tanışır. Öğretmenin babadan daha bilgili olduğunu düşünür. İlköğretime yeni başlayan iki çocuk okul dönüşü aralarında konuşuyorlardı:

        “Öğretmenimiz okulda çok şey öğreneceğimizi söyledi.”

        “Evet. Okumayı, yazmayı ve daha birçok şeyi öğreneceğiz.”

        “Öğretmenler babalardan daha çok şey biliyor.”

        “Evet. Babalar da bilir, ama öğretmenler kadar değil.”

Çocuk babanın her şeyi bilmediğini ve her şeye gücü yetmediğini anlamaya başladığı zaman “babanın gücüne sığınma” ihtiyacı “Allah’ın gücüne sığınma” ihtiyacı ile yer değiştirecektir. 

 

Baba ve Allah Korkusu

Baskıcı ve katı kuralcı ailelerde, baba korkusu ile büyümüş çocuklarda Allah sevgisinin gelişmediği görülmektedir. Çocuk nazarında baba ve Allah otoriteyi temsil eden, kural koyan, terbiye eden ve cezalandıran birer güçtür. Babayı sevmeyen, ancak ondan korkan bir çocukta Allah inancı sevgiye değil korkuya dayalı olacaktır. Bu yüzden anneler çocuğu terbiye etmek için baba ve Allah’la (cehennemle) korkutmamalı.

Çevirisini yaptığım Çocuğu Kötü Eğitmenin Yalları (Yengeç Kitap) isimli bir eğitim klasiğinde Salzmann “Çocukları Dinsiz Yapmanın Yolları” başlığı altında çocuklarını korku ile eğiten bir anneyi anlatırken şöyle der:

“Çocuklarına söz geçiremeyen aciz bir anne tanımıştım. Bu kadın, zorda kalınca, çocuklarını üç şeyle korkuturdu: Baba, öcü ve Allah.

Çocuklar oynarken gürültü yapıp söz dinlemediği zaman hemen birinci silahını kullanırdı: “Akşam babanız gelsin, siz görürsünüz! Temiz bir dayak yiyin de aklınız başınıza gelsin.”

Küçük çocuk yatağa gitmekte zorluk mu gösteriyor? Hemen ikinci silah devreye girerdi: “Çabuk yatağına, yoksa öcüler gelir seni yer!”

Annelerine itiraz mı ettiler, kazara ağızlarından kötü bir söz mü çıktı? Üçüncü silahı hazırdı: “Allah, annelerine karşı gelen ve kötü söz söyleyen çocukları cehenneminde yakar!”

Sonunda ne oldu biliyor musunuz? Çocuklar Allah’tan, babadan ve öcüden aynı derecede nefret eder oldular.”

 

.............................................................................................................................................

(*) Pek çok insan psikologla psikiyatistin aynı meslekle uğraştığını zannetmektedir. Psikiyatrist tıp fakültesi mezunu olup ondan sonra dört yıl psikiyatri ihtisası yapmış, ilaç yazma yetkisi olan uzman hekimdir. Psikolog ise edebiyat veya eğitim fakültesi psikoloji bölümünü bitirmiş, psikolojik danışmanlık hizmeti veren, gerektiğinde hastaya bazı testler uygulayarak aldığı sonuca göre terapi yapan kişidir. Ön görüşme yaptıktan ve gerekli testleri uyguladıktan sonra ilaç tedavisi gerektiren ağır vakaları ve akıl hastalarını psikiyatriste gönderir.

YORUM EKLE

banner304