İğneci geliyorrr...

O bitip tükenmez enerjiyi nereden bulurduk bilemiyorum ama çok iyi bildiğim bir şey vardı; o da okul ve dersler dışındaki her saniyemizi oyunlarla geçirdiğimizdi.


Birkaç kez çağrılmadan hayatta eve girmezdik… Artık ses tonu dayak yeme sınırına dayandığında, istemeyerek te olsa soluk soluğa evin yolunu tutardık...
Büyüklerimiz oyun oynadığımız için değil; düşüp bir yerlerimizi acıtacağımız, yaralanacağımız ve terimizi koruyamadığımız için hasta olacağımızdan endişe ederlerdi.Endişelerinde de haklıydılar; çünkü o yıllarda çocuk olanların kafasında, yüzünde, dizinde mutlaka kaza hatırası olarak kalan birkaç çizik bulunurdu.


Oyun oynarken öylesine kendimizden geçerdik ki; üstümüzün başımızın terden sırılsıklam olduğunu ancak evde soyunup dökünürken farkına varırdık…

 

Yine oyun dolu bir günün gecesinde ateşlendim, öksürük nöbetine tutuldum, nefes almakta zorlanıyordum. Göğsümde müthiş bir ağrıyla sabahı zor ettim. Çok sevdiğim kahvaltı sofrasına halsizlikten elimi süremedim. Yatağa geri kendimi zor attım ama öksürük nöbeti yeniden başladı…


Mahallede kimsenin arabası yok, öyle taksi çağırma filan da yok. Zar zor üzerimi giydirip, sarıp sarmaladılar babamla Dâhiliye Mütehassısı Doktor Kemal Barlas’ın (1) Sevinç Eczanesi’nin üzerindeki muayenehanesinin yolunu tuttuk… Allah’tan evimizle, muayenehanenin arası yakındı. Kemal Barlas ailedeki her hastalık halinde o yıllarda güvenle gidilen bir nevi aile hekimimiz idi.

 

Kemal Amca ilerlemiş yaşına rağmen oldukça dinç, sempatik, şefkatli ve güzel gülüşlü bir adamdı. Babam durumumu anlattı, başımı okşayıp gülümseyerek “terli terli koşturdun, koşturdun ciğerlerini hasta ettin, aç bakalım sırtını bir dinleyelim bize ne söyleyecek…” dedikten sonra arada “nefes al, ver” talimi yaptırdı. Adının çok sonraları stetoskop olduğunu öğrendiğim metal ses dinleme aletinin vücuduma dokunmasıyla gıdıklandığımı anladı, gülümseyerek pamuk elleriyle sırtımın sağına, soluna hafiften vurarak “acı hissedip, hissetmediğimi” sordu ve hemencik teşhisi koydu: Zatürre başlangıcı.



“Evde en az 2 hafta istirahat edeceksin ve her akşam iğnelerin yapılacak” deyince ''iğne yerine, şurup yazsan Kemal amca...'' diye sızlansam da, hastalığımın şifası için iğnenin şart olduğunu söyleyerek, reçetesini yazmaya başladı bile.  Penisilin; hem de az buz değil, tam 20 tane iğne yiyecektim.

 

Babama “ciğerlerimin kuvvetlenmesi ve hastalıktan tamamen kurtulmam için gece yarısı bal tereyağı karışımıyla birlikte 1 litre süt içirmelerini” sıkı sıkıya öğütledi. Kemal Amca’nın sıcak yaklaşımı sayesinde kendimi daha iyi hissettim ama iğne meselesi neşemi kaçırmıştı… Sevinç Eczanesi’nden ilaçlarımı alırken, iğne ampulleri kutusundayken bile beni ürkütmeye yetmişti…

İğneci, bu işi yapan amca ya da teyzelerin ismi önüne konan lakabıydı. Çankırı’nın her mahallesinde mutlaka iğneciler bulunur; yaramazlık yapan çocuklar “iğneci geliyorrr!” diye korkutulurdu. Çocukların en sevmediği, eve gelmesinden en hazzetmediği insanlardı iğneciler. Eve iğneci gelince kaçacak delik arar, yatağın altına gizlendiğimiz olurdu. Hatta iğneciyle sokakta karşılaşsak yolumuzu değiştirirdik.


Enjeksiyonu yapan kişinin, halk deyimiyle "elinin hafif olması" çok önemliydi ama iğneci, iğneciydi ve o zamanki iğneler dehşet kalındı sonuçta. İğnecinin üstten açılan koca kabarık siyah deri çantasının içinde yok yoktu. Kolonyası, alkolü, ispirtosu, pamuğu, kaynatma kabı, boy boy kocaman iğne uçları… Eve adım attığı andan itibaren bir soğuk hava dalgası estirir; bir taraftan evdeki büyüklerle sohbet ederken, diğer taraftan şimdiki tek seferlik plastik enjektörlerden önce kullanılan cam şırınganın parçaları olan  “iğne, tüp ve pompasını” gaz ocağında kaynatma işlemini hızla başlatırdı.


Cam şırınga ve iğne uçları metal kutuda fokur fokur kaynayıncaya kadar bekler, yeterli geldiğine karar verdiğinde cımbızıyla kutudaki parçaları alıp monte ederdi. İğneci ampulü bir iki salladıktan sonra ağız kısmını küçük metal testeresiyle keser, ufak bir parmak fiskesiyle kırar ve sonra penisilinle karıştırarak süt beyaz bir sıvı elde ederdi.


İşin en can alıcı kısmı da işte bu nokta da başlardı. O beyaz sıvıyı acık ucundan püskürttükten sonra ;davudi bir ses tonuyla''yavrum sakın kendini sıkma, serbest bırak! Yoksa ilaç donar! Komutuyla iğneyi kalçadan saplama faslına geçerdi. Bazen ''rahat dur, sakın kasma kendini, bak yoksa Allah muhafaza iğne içerde kırılır neyim!” uyarısında bulunarak korkuyu daha da tırmandırır,  böylece hane halkının da “acımayacak” diye topluca gaz vermesini sağlar ve bu destekle işlemi tamamlardı. Enjeksiyondan sonra pamukla ovalar ve “Bak işte gördün mü, bitti. Sen erkek adamsın, şurda askerliğine ne kaldı” diye  sırıtarak çantasını toplardı. O akşamki iğneninin acısı sürerken, bir sonraki günün iğnesinin korkusuyla sabahı ederdim.


İğne yediğim 20 gün boyunca iğneci gelmesin diye Ayet el Kür-si 
okudum.İğneci sadece bir defasında mecburen Ankara’ya gittiği için gelemedi ama onun yerine ricası üzerine başka bir iğneci geldi.

İğneciye ikram adettendi ama her defasında çayını yarım bırakır "bekleyen hastalarım var..." diye palas pandıras evi terk ederdi. 
İğneciye hizmetinin karşılığı peşin ödenir yani cebine sıkıştırılırdı.


 (1) Kemal Barlas: 1914 yılında Çankırı'da doğdu. Askeri Tıp Fakültesini bitirdi.Dahiliye Mütehassısı olarak İzmir Memleket Hastanesinde görev yaptı. XI. Dönem Çankırı Milletvekili seçildi. Çankırı'da serbest doktor olarak uzun yıllar hizmet etti. Durumu iyi olmayan hastalarından ücret almadığı gibi ihtiyaçlarını karşılardı. Yaz, kış demeden, uzak ya da yolu kötü demeden Çankırı'nın en ücra köylerindeki hastalar için koşturdu. 24 Nisan 1990 tarihinde vefat etti. Allah rahmet eylesin.




YORUM EKLE
YORUMLAR
neslihan
neslihan - 8 yıl Önce

iğneden kim korkmaz. ama biz sanslıyız o bahsettiğiniz iğneler iyiki tarihe karışmış .