İslam’a girişin ilk adımı, amentü (iman ettim) diye Allah’a imanla başlayan ve devam eden bir çeşit ahit ve söz veriştir. Bir Müslüman bu ahidin gereği olarak insanlarla (bu insan gayri Müslim de olsa) ilişkilerinde dürüst olması, sözünde durması, yalan söylememesi, aldatmaması, adaletli olması, iffetli ve namuslu olması, hırsızlık yapmaması, içki ve kumardan sakınması gerektiğini bilir ve inanır. Yine yaptığı iyiliklerin de kötülüklerin de amel defterine yazıldığını; hesap gününde iyiliği ağır geldiğinde cennetle ödüllendirileceğini, kötülüğü ağır geldiğinde cehennemle cezalandırılacağını bilir ve inanır. Ancak buna rağmen şu veya bu sebeple yalan söylemeye, aldatmaya, başkasının namusuna göz dikmeye ve dil uzatmaya, iftirada bulunmaya, yalan yere şahitlik etmeye devam eder. Sonra vicdanını rahatlatmak için sebeplere ve bahanelere sığınır, şeytanı suçlar; Allah’tan af diler. Demek iyi bir Müslüman olmak için inanmak yetmiyor; iman etmek ve imanın gereğini yaşamak gerekiyor. Bu satırların yazarı dâhil, insan bir hesap günü olduğuna gerçekten iman etmiş olsa bu kadar rahat günah işleyemez.

Dini Nasihatler Neden İşe Yaramıyor?

İmam, Cuma hutbesinde, alışık olduğumuz üzere, konuyu bir ayet meali ve bir hadis yorumuyla açıklar. Minberden inerken de “İnnallaheye’muru” (şüphesiz ki Allah emreder) diye başlayan Nahl suresi 90. ayetini okur. Ayetin tamamı şöyle: “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; her türlü kötülüğü, ahlaksızlığı ve haddi aşmayı da yasaklar. Düşünüp tutarsınız diye size böylece öğüt veriyor.” Psikolojide kulak alışkanlığının zamanla en ciddi konularda bile insanı duyarsız hale getirdiği bir gerçektir. Bir çocuğa aynı cümlelerle devamlı nasihat ettiğinizde artık o nasihatleriniz bir işe yaramaz; çocuk dinliyormuş gibi yapar ki buna “sağır dilmeme” diyoruz. Cemaat de bir ayet, bir hadisle başlayan ve Nahl suresinin 90. ayetiyle bitirilen Cuma hutbelerini çoğunlukla dinlermiş gibi yapar.

Anekdot: Bir Cuma günü öğle ezanından önce camiye girmek üzere iken cemaatin büyük çoğunluğunun cami avlusunda birbirleriyle muhabbet ettiklerini fark ettim. Camiden içeri girdiğimde imam efendinin mihrabın önüne oturmuş 5-10 kişiyle ders yaptığını gördüm. Ders halkasına oturdum. “Hocam, izniniz olursa size bir soru soracağım,” dedim. İmam izin verince dedim ki: “Hocam, 5-10 kişiyle oturmuş ne güzel ders yapıyorsun ama cemaatin büyük çoğunluğu dışarıda ezanı beklerken laga luga yapıyor. Bunun sorumluluğu sende mi dışarıdakilerde mi?” İmam biraz düşündükten sonra işi kurtarmak için gülümseyerek şöyle dedi ”Kardeşim, bu bir nasip meselesi; nasibi olan gelir.” 

Anekdot:Pazar yerinde bir tezgâhın önünde durdum. Tezgâh başındaki adam sakallı, başında beresi olan bir insandı. Pazarlarda alışık olduğumuz üzere meyve ve sebzelerin iyileri öne dizilmiş, arka sıradakiler görünmüyordu. Adama; “Sen namaza kılıyor musun?” diye sordum. Sanırım maksadını anlamış olacak ki; “Sana ne benim namazımdan!” diye tepki gösterdi. Dedim ki: “Peygamberimiz, ‘Aldatan bizden değildir,’ buyuruyor. Tezgâhın arkasını göremiyorum. Bana ön taraftan 2 kilo domates verir misin?” Kızgın bir ses tonuyla: “Sana mal yok, yürü git! Başımı belaya sokma!” dedi. Bir tehlikeyle karşılaştığımız zaman iki şekilde tepki veririz: Savaş veya sıvış. Ben de dayak yememek için sıvışmayı tercih ettim.

Bir hadisinde peygamberimiz, “temizlik imandandır.” buyuruyor. Bu hadisi bilmeyenimiz yoktur. Bir başka hadisinde ise “temizlik imanın yarısıdır” buyuruyor. Yol kenarlarına, parklara, piknik yerlerine hatta cami avlularına baktığımızda insan eliyle atılmış çöplerle kirletilmiş olduğunu görürüz. Toprak, su ve hava hayatımızın vazgeçilmez üç kaynağıdır. Toprağı ana bilmiş, onu “toprak ana” olarak isimlendirmiş bir kültürün çocuklarıyız. Ama gelin görün ki; toprak anamıza saygımız yoktur. Toprağımızı, akarsularımızı, göllerimizi ve denizlerimizi organik ve kimyasal atıklarla kirletiyoruz. Havamız da sera gazlarından, fabrika bacalarından, otomobil egzozlarından nasibini almaktadır.

Anekdot: Bir hafta sonu ailece piknik yapmak üzere bir park yerine gitmiştik. Yaşlı ve sakallı bir amca seccadesini serip ikindi namazını kıldı. Piknik sepetini ve oturdukları kilimi topladıktan sonra çöplerini piknik yerinde bıraktı gidecek. Uyarmak için seslendim: “Hacı abi, çöplerini toplamadan mı gideceksin?” Anlaşılan adamın çöplerini toplamaya pek niyeti yoktu. Pişkin bir edayla: “Çöpçünün işi ne!” dedi. Eyvah! Gitti imanın yarısı. Namaz kılan bir insana bu yakışmadı.

Anekdot: Almanya’nın Köln kentinde açılan bir kitap fuarına davet edilmiştim. Yurt dışındaki camiler genellikle külliye gibi görev yapmaktadır. Aynı çatı altında alış veriş merkezi, lokantası, spor salonu, Kur’an kursu yer almaktadır. Köln’e yakın bir kasabanın camiinde akşam namazından sonra anne babalara çocuk eğitimi konusunda bir seminer vermek üzere gitmiştik. Camiye yaklaştığımız zaman, arabayı süren arkadaş, “Hocam, geldik,” dedi. “Biliyorum,” dedim. Arkadaş, “Nereden biliyorsun, daha önce geldin mi?” diye sordu. “Hayır, gelmedim, ama cami duvarının önündeki şu yere dökülmüş çöplerden anladım… “ dedim. Daha ileri gidip, arkadaşları üzmemek için, “Bir Alman kilisesinin önünde böyle yere dökülmüş çöpler göremezsiniz,” demedim…

Bir ayeti kerimede Rabbimiz, “Yiyin, için ama israf etmeyin; şüphesiz ben israf edenleri sevmem,” buyuruyor. Bu ayeti bilmeyenimiz yoktur. Ama bu ülkede her sene tonlarca bayatlamış ekmek ve yemek artıklarıçöpe atılmaktadır. Ülkemizde bir yılda sadece atılan bayat ekmeklerin parasıyla 500 okul yapılabilir. Buna atılan yemek artıklarını da eklerseniz çöpe geden okul sayısı 1.000 i bulmaktadır. Bunca israfın olduğu bir ülkede Rabbimiz bizi nasıl sevsin? Şükrün az, israfın bol olduğu yerde Allah bereketini keser. Maaşlar ve kazançlar yetmez olur.

Anekdot: Amerika’da Alabama Üniversitesinde yüksek lisans yaptığım yıllarda yaşadığım ibretlik bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Üniversitenin yemek solunu girişinde şöyle bir levha vardı: “Takewhatyouneed. Eatwhatyoutake.” (İhtiyacın kadar al. Aldığını da ye). Birlikte aynı kampüste ders gördüğümüz Çinli bir arkadaşa giriş kapısının üstündeki levhayı göstererek; “Buradaki uyarı bizde Allah’ın emridir. Rabbimiz, yiyin için ama israf etmeyin; Ben israf edenleri sevmem buyuruyor” dedim. Çinli arkadaş; “Biz de israf etmeyiz; iktisatla milyonlarca nüfusu besliyoruz, ”dedi. Sıraya girdik. Ben tepsime ihtiyacım kadarını, Çinli arkadaş da benden daha azını alarak aynı masaya oturduk. Tam yemeğe başlarken Ürdünlü bir arkadaş tepsisini tepeleme doldurmuş bize doğru geliyor. İçimden, “Eyvah, inşallah bizim masaya gelmez,” diye dua ettimse de inadına gelip bizim masaya oturdu. Çinlinin gözleri fal taşı gibi açıldı. Ürdünlünün bu kadar yemeği yiyemeyeceği belliydi.

Çinli arkadaş ve ben yemeğimizi bitirmiş kalkmak üzereyken, baktım Çinli arkadaş tabağında kalan iki pirinç tanesini almaya çalışıyor. Çinli arkadaşa, Ürdünlüye işittirecek şekilde, “Tora, iki pirinç tanesiyle ne diye uğraşıyorsun?” dedim. Komünist Tora gülerek, Müslüman kimliği taşıyan Ürdünlü Hamdi’yi utandıracak şekilde şu cevabı verdi: “İki pirinç tanesini Çin nüfusuyla çarp bakalım kaç ton pirinç yapar!”

Ürdünlüye, dedim ki: Ben Çinli arkadaşa yemek salonu girişindeki levhayı göstererek Araf suresinde geçen, “Yiyin için ama israf etmeyin, Allah israf edenleri sevmez” ayetini okudum. Onun da çok hoşuna gitti. Bak tabağındaki iki pirinç tanesini almaya çalıştı. Şimdi bana “Ürdünlü arkadaş Müslüman değil mi; neden israf ediyor?” diye sorsa ne cevap vereceğim? Sırıtarak: “Ben Amerika’yı sevmiyorum. Burası darül harp, o ayetin hükmüne uymak mecburiyetim yok. Tepsimde artanları dökerek Amerika’ya zarar veriyorum,” dedi. Şaşırdım kaldım: “Allah sana akıl fikir versin!” dedim.

Aradan bir hafta geçmedi. Bir hocamızdan Ürdünlü Hamdi’nin memleketine geri gönderildiğini duydum. Meğer Ürdünlünün bilerek yaptığı israflar kameradan izleniyormuş. “Bu gençten bilim insanı olmaz,” deyip sınır dışı etmişler.

Anekdot: Bir gün İstanbul’a yaptığım bir seyahatte sabahın 4.00 ne doğru otogara geldik. O saatte hem taksi bulmak zor hem de pahalı olduğu için sabah ezanını beklemek için otogar camiine gidim, Üst kata çıkıp uzandım. Bir ara baktım uykumda biri beni tekmeliyor. Uyku sersemi; “Ne yapıyorsun be Müslüman!” dedim. “Kalk, camide uyunmaz, günahtır!” dedi. La havle! Dedim ki: “Bana bak, kalkarsam sana sevabı günahı gösteririm. Ben Allah’ın yarattığı en şerefli varlık olan insanım ve Allah’ın en üstün sanatıyım. Taştan, tuğladan çimentodan ibaret olan bir binayı kutsuyor, Allah’ın en üstün sanatını tekmeliyorsun; öyle mi?”

Beni tekmeleyen adamın yanındaki arkadaşı ne dese beğenirsiniz: “Gel Hacım, bu kafayı yemiş. Bırak ne hali varsa görsün. Biz aşağı inelim.” İkisi de ne demek isteğimi düşünme zahmetine katlanmadı. Beni tekmeleyen adam kul hakkına girdiğini ve benden helallik alması gerektiğini idrak edemedi.  Ve bu adamlar namaz kılan kimselerdi…