....odalara telefon almayışlarına kızsam da, …söyleyemedim. Pansiyoncu, karanlık koridorda, koca ağzıyla gülerek “Yayıncınız arıyor galiba” derken, içim konuşmama engel olacak kadar ürpermiştim. Pansiyoncunun dev gövdesiyle —tasarruf için pek aydınlatılmayan— merdivenden aşağı inişinde,  bir yaratığın, yakalamak üzere olduğu avın peşine süzülmesini görür gibi oldum.

Telefonu elime aldığımda, yayıncıdan güzel birkaç cümle duyacağımı umuyordum;

—Alo,

—Alo, Ünal sen misin?

—Evet, benim ama sizi tanıyamadım.

—Hatırlamaman normal, uzun zaman oldu. Biz ilkokuldan arkadaşız.

Hayallerim koşar adım Çankırı’ya Yenice köy’ün birkaç kilometre ilerisindeki ilkokula gitti. Telefonun diğer tarafından daha samimi, daha neşeli bir ses beklediğimi düşündüm.

—Ben Cemil.

Kolay hatırlamıştım. Niçin mi kolay hatırladım. Çünkü onun sayesinde çocukluğumda yemek seçmeyi bırakmıştım. Bir gün onu gören annem, “Yemek seçersen Cemil gibi olursun” demişti. O belki Cemil’in sıskalığını kastetmişti ama ben ölü gibi bembeyaz yüzünü düşünmüş ve korkmuştum.

—Cemil ! Vay be ne kadar uzun yıllar geçmiş. Nerden buldun telefonumu.

—Bir kaç gündür sana ulaşmaya çalışıyordum, arkadaşlarından buldum.

 

Uzun süre kalmayı planladığımdan, pansiyonun telefon numarasını, bazı arkadaşlara ve akrabalara bıraktığımı hatırladım. Telefonun yayıncıdan olmadığını anlayan pansiyoncu, loş ışıklar altında, kuyruğunu sürükleyen bir ejderha gibi uzaklaştı. “Buranın telefon numarasını arkadaşlara bıraktığımı bilmese pansiyoncu beni öldürür müydü?” diye düşünürken, pansiyoncunun beni kaç şekilde öldürebileceğini hesaplamaya başladım. Bu hesaplar hem korkuttu beni, hem de yeni gerilim hikâyeleri hayal dünyama süzülmeye başladı. Çevreme bakındım, kesin gelmiş ve saklanıyordu ilham perisi.

 

Bu düşünceler arasına kulaklarımdan süzülen bir cümle uyandırdı beni. Cemil’in sözlerinin son kısmı beynimdeki karanlık dehlizleri aydınlattı, şimşekler çaktırdı;

—Anlamadım Cemil, bir daha söyler misin?

—Ünal, meşgul olduğunu tahmin ediyorum ama senden başka da arkadaşım yok. Lütfen gel.

—Eee… şey… Ama 2 ay sonra yayıncıya teslim edeceğim hikâyelerim var, çalışmam gerek.

—Lütfen hayır deme, sen gel, ben çalışman için sana bir oda ayarlarım.

 

Cemil’in sınıftaki sayılı arkadaşlarından biriydim ama evleri çok uzaktı ve ben hiç gitmemiştim. Çok zengin olduklarını duyar ve çocukken evlerini, bahçelerini, çiftliklerini gözümde canlandırmaya çalışırdım. Cemil az konuşurdu. Sanki babası tembihlemiş gibiydi. Babası pansiyoncu kadar iri değildi belki ama daha gizemli, daha korkunçtu. Bir iki defa görmüştüm, o da çok az konuşurdu. Az konuşmasına rağmen, arabacısı onun ne istediğini bilir gibiydi. Birkaç defa şehirden dönüşlerinde okula uğramış, Cemil’i okuldan o almıştı. Köyümüz onların yolu üstünde olduğundan çoğu kez beni de köyümüze kadar almışlardı. O adamın sessizliği, çevreye ilgisizliği beni korkutmuş, çaresiz arabaya binmiş, bir kedi yavrusu gibi köşeye sinmiştim. Bu kişiler arasında tek yabancı olduğumu düşünüp, çekinmiştim ama yol boyu görmüştüm ki, herkes birbirine yabancıydı. Oğlunun üstüne titrediğini duyduğum adam, oğluyla bile yol boyu tek kelime konuşmamıştı. Daha sonra öğrenmiştim ki, 2 kız çocuğu doğup ölen adam, Cemil doğduğunda, ‘Oğlum oldu’ diye çok sevinmiş ama Cemil’in çok zayıf doğması, bebekliğinin, hatta çocukluğunun hastanelerde geçmesi sinirlerini bozmuştu. Karısına “Ya kız doğuruyorsun, ya da hasta bir oğlan” diye bağırırmış öfkelendiği zamanlarda.. Cemil onun için önce umut olmuş, sonra hayal kırıklığı ve adamcağız hayata küsmüş.

 

Köy meydanında aralarında konuşan köylüleri dinlediğimde, Cemil’in babasından çok, annesine acıdıklarını fark etmiştim. Sanki Cemil’in babası hakkında konuşmak, ismini anmak istemez gibiydiler. Ben bunun korkudan kaynaklandığını sanırdım. Adamın sessiz ve ürkütücü görünüşü bunu düşünmem için yeterliydi. Ama adamın zenginliği de etkiliydi bu tavırlarında. Köylülerin çoğu, haftalık ya da bir mevsim boyu onun çiftliğinde, tarlalarında çalıştığından, korkuyla karışık bir saygı duyuyorlardı.

 

Cemil’in annesi ise, kocasının hakaretli konuşmalarından, baskılarından bunala bunala, Cemil’in ilkokulu bitirmesinden sonraki birkaç yıl içinde vefat etmiş. Bu olaydan sonra Cemil’in daha da içine kapandığını duymuştum.

 

Cemil’in sözleri beni çocukluğumdaki, unutmaya başladığım günlere, belki de unutmak istediğim ayrıntılara götürmüştü.

 —Ne diyorsun Ünal? Lütfen kabul et, sana telefonda anlatamayacağım sıkıntılar var.

—Evden mi arıyorsun

—Hayır, babam eve telefon bağlatmamıştı. Evde ne elektrik ne telefon var.

Cemil’in babasının otoritesi içimi ürpertti. Çocukluğumuzda, onların zenginliğine özendiğimizi hatırlamak bile içimi bir tür korkuyla doldurdu. Cemil hep yalnız ve oyuncaksız büyümüştü. Böyle büyüyen çocukların, çevreye saldırganlık şeklinde tepki verdiğini duymuştum ama Cemil hiç bir zaman böyle bir tip olmamıştı. Daha çok içine kapanıktı. “En iyi arkadaşlarından biriydim” demiştim ya. Ben bile ailesi hakkında bir şey bilmezdim. Derslerinde aldığı notlar da iyi olmasa, zekâ sorunlu bile sanılırdı. Bazı sorularına kısa cevap alıp, bazılarına uzun süre bekleyip de cevap alamayınca, öğretmen bile onunla uğraşmayı bırakmıştı. Hayal gibi gelip gider olmuştu sınıfa.

—Ünal beni, duyuyor musun?

Sesindeki kasvetli havaya rağmen, onun bu kadar konuşuyor olması garibime gidiyordu. Ayrıca sıkıntılarıma rağmen oraya gitmek, babasıyla karşılaşmak zor geliyordu. Küçüklüğümde mi bana dev gibi gelmişti, yoksa gerçekten o bir dev miydi? Birkaç kere aynı arabaya bindiğimiz halde, benimle bir kere bile konuşmamıştı. Arabalarına binebileceğimi bile arabacı söylemişti.

—Duyuyorum Cemil. Şey baban nasıl?

—Babam öldü.

Birkaç saniye susunca, benim bir şey söylememi beklediğini anladım. Yüzümdeki gezinen sevinci görmemesinin rahatlığıyla, sesime bir üzüntü kattım;

—Allah rahmet eylesin, üzüldüm.

Böyle söyledikten sonra, bir “Sağ ol” demesini boşuna bekledim. Babasından korkan, babasının ilgisiz-soğuk davrandığı, sindirdiği çocuk, anlaşılan babasının ölümüne pek üzülmemişti.

Çocuğunun erkek olmasını, güçlü kuvvetli olmasını isteyen çok baba olduğu halde, Cemil’in babasının niçin daha aşırı olduğunu amcam anlatmıştı bir akşam. Bu gün gibi hatırlıyorum, Cemil’lerin at arabasıyla bizim köye bırakmışlardı beni. O gün akşam amcam karşılamıştı. Elimden tutup, arabadakilere “İyi akşamlar” demişti. Arabadakilerden hiç ses çıkmamıştı, sadece köşeyi dönenen kadar Cemil’in sessiz bakışları. Sonra köyün içine doğru yürümeye başlamıştık. Amcam,

—Başkası olsa darılırım bu davranışına ama Sinan ağa... neyse, boşv er.

—Sinan ağa mı, Cemil’in babasının adı mı bu?

—Evet, duymamış mıydın, Cemil söylemedi mi?

—Cemil ailesi hakkında hiç konuşmaz ki…

—Hatırladım, çok az konuştuğunu söylemiştin. Neyse…

—Amca, kim bu Sinan ağa, bana da anlatsana.

—Bildiğim kadar anlatayım. Bu Sinan ağa, daha çocukken ailesiyle, Kafkasya’dan Stalin’in zulmünden kaçıp, Türkiye’ye gelmiş. Akrabalarının kimi öldürülmüş, kimi sürgünlerde kaybolmuş. Oralarda çok zenginlermiş, göz alabildiğince tarlaları varmış, emrinde çalışanları varmış. Fakat Stalin’in katliamlarını öğrenince, ailenin bir büyüğü acele davranmış ve neleri var, neleri yoksa satmışlar. Baskılar, işkenceler, zulümler arttığında aile büyüklerinin uyanıklığı sayesinde malı-mülkü paraya çevirebilmiş olan, az sayıdaki aileden biriymiş bunlar. Diğerleri ya her şeyini bırakıp kaçmış, ya da Gürcülere yok parasına vermek zorunda kalmış. Ona rağmen sürülmekten veya öldürülmekten kurtulamamış. Neyse bunlar sürgün emri gelmeden yola çıkmışlar. Geçtikleri yerlerde Rus askerlerine rüşvet vere vere gitmiş paralarının çoğu ama buralara kadar ulaşmışlar. Hatta -sen bilmezsin- şu Sarı dağın arkasında, epey ilerdeki göletin kenarına yerleşip, güzel, büyük bir konak yaptırmışlar, o civardan bolca arazi de almışlar.

Amcam anlatırken, hikâyenin sonunu dinleyim diye yavaşlatmaya çalıştığımı, amcamın da kızdığını hatırlıyorum.

—Hasta mısın, yorgun musun, ne oluyor?

—Ne oldu amca?

—Ben karanlıkta ayağın taşa gelir, düşersin diye elinden tutuyorum, sen de nerdeyse kendini bana taşıtıyorsun. Niye geri geri çekiyorsun. Doğru yürü, kızdırma kafamı.

—Tamam amca, sen anlat.

Amcam kolay sinirlenirdi ama hiç büyütmez, öfkesi çabucak geçerdi. Hemen ‘Neyse’ der, kapatırdı.

—Neyse, bu Sinan ağa’nın çocukluğu, Kafkasya’da kalanlarla, ölenlerle, kaybolanlarla ilgili annesinin, ninesinin anlattıklarıyla geçmiş. Hem vatan hasretiyle, hem de intikam hayalleriyle büyümüş. Fakat delikanlı olduğunda, ailesi intikam için gitmesine izin vermemiş bir türlü. O yıllarda da oralar çok karışıktı, demirperde adıyla anılan, insanların çok kolay öldürüldüğü, dünyadan uzak bir ülke yapısı hakimdi oralarda.  O da içindeki intikam hevesiyle hep ‘Güçlü, sağlıklı erkek evlatlarım olsun, onlar büyüyünce beraber gideriz atalarımızın intikamını almaya’ diye hayal kurar, her yerde de anlatırmış. Şimdiki gibi sessiz sedasız değilmiş yani.

—Sonra, nasıl böyle olmuş?

—Evlenmiş ama hanımı ilk iki doğumda da hem kız doğurmuş, hem de ikisi de doğdukları gün ölmüş. Bunun üzerine hanımına çok soğuk davrandığı, günlerce haftalarca ava gittiği, eve uğramadığı söyleniyor. O av gezilerinde düşüne düşüne huyu, tabiatı değişmiş sanki. İçine kapanık, kimseyle iki laf etmez biri olmuş çıkmış. Neyse birkaç yıl sonra bu Cemil olmuş, çok sevinmiş ama…

—??? Sevinmiş mi, sevinmemiş mi?

—Sevinmiş ama çocuk çok cılız ve hastalıklıymış. Uzun süre hastanede kaldığını duydum. Çocuğun bu durumundan bile hanımını suçladığı, onunla da pek konuşmadığını kulaktan kulağa duyduk. Yanında çalışanlar, gelip geçerken köylülere söylüyormuş. İşin daha bir garibi de… Neyse, boş ver, eve geldik.

—Söyle amca, söyle.

—Hanımı doğum yapacakken hastanedeymiş, sonra birden ne olduysa, ayrılmış hastaneden. Biz atıyla köyün yakınından geçerken görmüştük. Yakından görenler çok öfkeli bir suratı vardı, dediler. Fakat epey sonra da yine at üstünde, bu kez neşeyle geri dönüşünü görmüşler. Bu geliş gidişin sebebini hiç öğrenemedik. Ondan sonra da oğlu Cemil’in doğduğunu öğrendik zaten.

***                      ***                       ***                      ***

Cemil ile bu kısa telefon konuşmasında geçmişten bir sürü sahneyi tekrar yaşamış gibi olmuştum. Cemil’in;


--Devamı var---