Kış ayları bizlere bıraktığı muhteşem görüntüleriyle bir başka güzel olur. Her ne kadar kuru soğuk yüreğimizi dağlasa da, her nimetin bir külfeti olduğu gibi, her külfetinde ayrı bir vazgeçilmezliği vardır.

  

 Ninelerimizin sokak başlarında yaz güneşinden kaçıp; çul denilen minderlerde, gölgeli hampuç altlarında oturarak sefa yapmaları ve hamarat ellerdeki örgü işlerinin, kış geldiğinde ne kadar mühim olduğunu kestiremeyecek yaşlardayız hani.

 

At arabaları üstünde limon peltesi gibi titreyerek gelen kışlık ya da etlik denilen, Yeni köy tarafında,   mezbahada kesilmiş,  yüzülmüş, koyun, keçi, davar diye bilinen kış azıklarının yolculukları arasında hep beraber o Sarı babadan hayale dalarak gezelim.

   

 Tatlı bir telaş haber verir bembeyaz örtünün hasır gibi saracağı O günleri. Gök gümüş rengine bulanırken, sertliğinden uzaklaşan, bir içli ılık hava sarar etrafı. Döker bulutlar o beyaz talaşın tozlarını bir ahenk içerisinde, savurur sert rüzgar her bir yana. Köşe başlarını tutmuş olan sokak lambalarının o kös kös yanan ışıltılarında, göz kırpar gibi iner semadan o bereketli kar taneleri. Işıl ışıl ferahlık verir insanın ruhuna, kısa zamanda kaplar beyaz ve soğuk örtü, kıyı köşe ne varsa Çankırı’nın her yanını. Yalın gözle bakınca; Boyalıca-Kavra -Hıdırlık ve Karatekin kalesinin tepelerinin siluetleri apaçık ortaya çıkıverir. Solmuş beniz gibi oluverir aniden etraf.

 

Bazen gecenin sessizliğini bozar sağda solda dolaşan, başıboş sokak köpeklerinin o anlamsız gelen ulumaları. Şimdilerde göremediğimiz; iyilere babacan tavırlı, kötülere ise korku salan, bizler uyurken, bir elinde feneri, bir elinde düdüğü ile,  karış karış gezerler her yanı bekçi amcalar. Bir daha göremediğimiz mazide kalan O gece bekçilerimiz Çankırı’mızın eski dar sokak aralarını arşınlayarak, kötülükler cesaret bulamasın diye çaldığı melodili düdüğüyle çınlatırlardı meydanları.


Gecenin karanlığında hoyrat bir ses belirirdi aniden, uzaklardan etrafı yalpalarcasına, şimdilerde görülmeyen o günlerde ise çıkardığı manevra sesi ‘’ÇUUUUUF ÇUFFFFFF’’  ile bende varım diyecek kadar yakınımızdaydı,  Şimendifer diye de bilinen o Kara tren ya daBuharlı trenlerin hummalı çırpınışları ve inceden başlayıp kalına doğru uzayıp giden,  ilham  dolu düdüğünün  sesi bile yok artık.


Bazen hisli gelen ve baskın çıkan;  Tuzlulu karayağız hafız amcanın; saba makamında okuduğu ve ruhumuzda iz bırakan sabah ezanının sesiyle irkiliriz,  Boyalıca-Kavra yamaçlarındaki aks eden hali kalmıştır kulaklarımız da. O ilahi, içli ve yanık ezan sesi iz bırakmıştır sabahın o sessizliğinde, küçük yüreğimizin zerrelerinde, hem de çıkmayacak kadar iz bırakmışlardır derinlerde, anlamlıdır bir o kadar ‘’esselatu hayrün minen nevm’’ lafzı götürür insan ruhunu bilinmeyen ve izahı olmayan gizemli bir yerlere.

 

 Gecenin ayazı ile dost olmuş Çankırı’nın eski mahalle aralarındaki Kara fırın tabir edilen, genelde simit yapılan o fırınların da hummalı bir bereket arayışı hemen belli olurdu. Yakılan iri odun tanelerinin çatırtıları arasında yarı uykulu halleriyle çalışan simitçi amcalar vardı bir zamanlar. Bacalarından çıkan yarı isli dumanları raks eder, o yağan kar, rüzgar ile dalga geçer gibi olurdu. Mis gibi kokan, nar gibi kızarmış susamlı simitler, kazan simitleri, sepetlere özenle dizilerek yerlerini alırdı gecenin mateminde, buharları çıkaraktan hem de. Kim bilir sabahın ayazında bismillah diye açılan; Dilaver’in, Kadir’in, Kiremitçinin ya da Havuzlu kahveninmüdavimlerinin sabırsızlıkla beklediği hasrete kavuşacak, tavşankanı, sıcak bir bardak çayla, birkaç lokmayla son bulacaktı nasırlı ellerin arasında.

 

Karlar savrularak sanki yarış edercesine kuytu, kenar, köşe yerlere yerleşirlerken, doldururdu hem gönülleri hem de yolları sinsice.

 

Gecenin sessizliğinde esen rüzgarla gelen, hafiften ıslık sesleri haberdar ederdi kıtık yataklarında yatan, merakına sunulan ahaliye müjdeli haber verirmiş gibiydi sanki.


Gecenin zamanıyla yarışan,  ekmek çıkaran Kara fırınlarında akşamdan mayalanmış hamurlar, uykuyla mücadele eden beyaz önlüklü usta, kalfa, çırak ve yamaklar arasında şakalaşmalarla hammaddelikten olgunluğa giden serüvenin başında, halden hale girerlerdi Kara fırın ekmekleri. Oturaklı ustanın kendinden emin tavırlarıyla içten söylediği Gazel havası eşliğinde, tablalardan alınan yuvarlak ve tombul hamur taneleri küçük el maharetiyle altlarına kepek serpiştirilmiş ekmekçi küreğinde yerini alırken, ustanın elindeki bıçakla tam ortadan, boydan boya bir çizik atılarak, son merhalesi tamamlanmış olurdu. Odun ateşinin verdiği ağır ve ekabir alevin dalgalarıyla saran, fırının iç dünyasındaki tuğlaların şefkatli sıcağında aslına vücut ederdi adeta. Kabarırdı fırın içinde hem de asude bir şekilde, mis gibi buram buram kokularda kapıdan bacadan çıkmaya başlamıştı bile. Genelde K.Sultan Süleyman camii etrafında bulunan eski çarşı merkezi sayılan bu yerde bir hayli Kara fırınlarımız vardı. O iç burkan, iştah açan kuzey rüzgarlarının hafifliğinde; Mühliz tepesini, Eşikli aralığı, Buğday pazarını, Feslihkanı, Dört kavakları sarardı kokusu gecenin soğuğu ile alabora olmuş kar tanelerinin gizeminde bile hissedilirdi.

 

Saf ve temiz o zamanki gönüller kadar güzeldi beyaz yığınlar bile, anlamlı ve derindi bakışı, duruşu her bir şeyi vesselam.

 

Nerde diye sormayın sakın, ardında yüreklerde sulu sebken olmuş bir kar gibi eriyip gittiler zamanın seyrinde hem de hiç gelmemecesine.