banner306

Akıllı Bir İnsan Neden Akılsızca Davranır ve Başını Belaya Sokar

Yazılı ve görsel medyada her gün özellikle trafikte onlarca kavga, şiddet ve ölüm haberlerine rastlıyoruz. Yol verme kavgasında öfkesine hâkim olamayan bir sürücü arabasında hazır bulundurduğu sopa veya levye ile tartıştığı sürücüye öldüresiye vuruyor. Bir başkası belinden tabancasını çıkarıp tartıştığı sürücüye ateş edip ölümüne sebep olabiliyor. Bir erkek otuz sene aynı yastığa baş koyduğu karısını sokak ortasında öldüresiye dövebiliyor. Alacak-verecek davasında tartıştığı arkadaşını öldürebiliyor. Ölümle biten tartışmalarda biri mezara diğeri hapse giriyor. Akıllı bir insan, konuşarak çözebileceği basit bir tartışmada neden şiddet kullanarak ya da cinayet işleyerek akılsızca davranır?  

Akıl nedir? Embriyoloji uzmanı psikologlar aklın değişik tarifini yaparlar. Kimilerine göre sebep sonuç ilişkisi kurma ve sorun çözme yeteneğidir. Kimilerine göre çevreye uyum melekesidir. Bir başkasına göre alet yapıp kullanma yeteneğidir. Bu tariflere göre bir sorunla karşılaşan insan aklını kullanarak öfkelenmeden, şiddete başvurmadan ve başını belaya sokmadan çözmesi gerekir. Bazı insanlar bunu yapamadıklarına göre, demek ki Descartes’in ifadesiyle pratik akıl tek başına sorun çözmeye yetmiyor. Aklın yanında inanç ve imanla beslenen kalbe de ihtiyaç vardır. Buradaki kalp, vücudumuza kan pompalayan organın dışında manevi, aşkın bir değerdir.

Allah, insanı yarattıktan ve ona doğruyu yanılıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıracak akıl nimetini bahşettikten sonra aklını nasıl kullanması gerektiğini gönderdiği peygamberleriyle ve kitaplarıyla ona öğretti. Bu öğretiyi kulak arkası yapan, ciddiye almayan, sadece aklına güvenen nice yüksek zekâlı filozoflar, bilim insanları ve uluslararası şirket sahipleri, kitle imha silah üreticileri insanlığa faydasından çok zararı dokunmuş; bu dünyadan göçüp gitmişlerdir.

Yerde bulduğu bir ekmek parçasını tekmeleyen insana rastlamamışsınızdır ama onlarca insanın yere düşürdükleri hasmını öldüresiye tekmelediğine şahit olmuşsunuzdur. Bir insan yerde bulduğu ekmek parçasını neden tekmelemez; çünkü ekmeği nimet bilen bir kültürden geliyoruz. Dahası, yerdeki ekmek parçası insanı öfkelendirecek bir söz ve davranışta bulunmamıştır. İnancımıza göre insan Allah’ın en üstün sanatı ve yeryüzünde halifesidir. Yeryüzünden insanı kaldırdığınızda, dünyanın ve evrenin bir anlamı kalmaz. Nasıl oluyor da yerde bulduğu emmek parçasını nimet bilip tekmelemeyen, eğilip onu yerden kaldırarak kuşlar nasiplensin diye yolun kenarına koyan bir insan, Allah’ın en üstün sanatı olan yere düşmüş bir hemcinsini öldüresiye tekmeleyebiliyor?  Bu çelişkinin bir açıklaması olmalı. Bir psikoloğun bu sorulara cevabı, “öfke kontrolü yapamadığı, öfkesine yenik düştüğü için,” olabilir. Bu cevap bir yere kadar doğrudur, ama yeterli değildir.

Belayı Baştan Savmanın Yolu Değneğini Saklamaktır

Yaşadığım birkaç anekdotla konuya ışık tutmak istiyorum.

Anekdot Bir:  Büyük bir alışveriş merkezinde alışveriş yaptıktan sonra arabamla tek yönlü çıkış kapısına doğru ilerlerken karşıdan bir araba ters ola girdi, bana doğru ilerlemeye başladı. El işareti ve selektör yaparak durmasını sağlamaya çalıştığım halde araba bana doğru gelmeye devam etti ve karşı karşıya geldik. Genç sürücü öfkeyle arabasından indi. Sesini yükselterek: “Ne diye selektör ve el işaretleri yapıyorsun!” diye bağırdı. “Ters yola girdin, sana bunu anlatmaya çalışıyordum,” dedim. Arabamın kapısını yumruklayarak; “İn aşağıya da sana ters yolu göstereyim!” dedi. Eyvah, aklını kullanmaya bir bela ile karşı karşıyaydım. Hemen kendimi toparladım; “Özür dilerim delikanlı, kötü bir niyetim yoktu. Yana çekilip sana yol vereyim,” dedim. Ne dese beğenirsiniz: “Ha şöyle adam ol!”

Anekdot İki: Otoyolda ilerlerken bir anda sağımdan bir araç arabama sürtmeye ramak kala hatalı sollama yaparak hızla önüme geçti; çarpmamak için hızımı yavaşlattım ve korna çalarak kendisini uyardım. Çok gitmeden uyardığım sürücü arabasıyla önümde durdu; ben de arkasında durmak zorunda kaldım. Adam arabasından indi öfkeyle bana doğru gelmeye başladı. Niyetinin kötü olduğunu, kavga etmek için geldiğini anladım. Arabanın camını açarak neşeli bir ses tonuyla: “Vay, Ahmet kardeş ne haber !” dedim. Adam şaşırdı. “Ne Ahmet’i lan!” dedi. “Özür dilerim, ben seni bir arkadaşa benzettim, korna ile selam vereyim, dedim.”  Biraz tereddüt geçirdikten sonra kabadayı bir ses tonuyla: “Öyle desene, ben de korna ile bana hareket çekiyorsun zannettim,” dedi. Belayı böylece savmış oldum.

Öfke Nedir İnsan Neden Öfkelenir?

Konuya bir psikoloğun gözüyle baktığımızda, işe öfkenin ne olduğunu açıklayarak başlamamız gerekir. Sözlükte öfke “engellenme, incinme, hakaret veya gözdağı karşısında gösterilen şiddetli kızgınlık duygusu; gazap, hiddet” olarak tanımlanmaktadır. Kişi kendisine yapılan kadar, başkasına karşı yapılan haksızlıktan da incinebilir ve bundan dolayı öfkelenebilir. Buna göre öfke doğal bir duygu durumu olup hiç kızmayan ve öfkelenmeyen insan yoktur. Bir öğretmen arkadaşımız, “Hiç kızmayan Öğretmen” adıyla bir kitap yazmıştı. Arkadaşa dedim ki; “Sen öğretmenlik hayatın boyunca hiçbir öğrencine kızmadın mı?”

Gerçekte bizi öfkelendiren söz veya olay değildir; söze ve olaya yüklediğimiz anlamdır. Öfkelenmeyen insan yoktur. Önemli olan öfke değil, öfke ile nasıl başa çıktığımız ve şiddet kullanmadan sorunu çözme becerimizdir. Kavgalı iki kişi birbirlerine hakaret ettikçe öfkelerinin dozunun arttığı bilinen bir durumdur. Bu sebeple olmalıdır ki Resûl-i Ekrem “Biriniz öfkelendiğinde sussun” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, I, 239) Hz. Peygamber, huzurunda Hz. Ebubekir’e hakaret eden birisine karşı onun bir süre ses çıkarmamasından hoşnut kalmış, daha sonra aynı şekilde karşılık vermesi üzerine oradan ayrılmıştır. Bilahare Hz. Ebubekir, yaptığının yanlış olup olmadığını sorunca Efendimiz, şöyle buyurdu:  “Doğrusu sustuğun vakit senin adına o kişiye cevap veren bir melek vardı. Ancak aynı şekilde sen de karşılık vermeye başlayınca melek gitti, yerine şeytan geldi. Şeytanın geldiği yerde ben bulunamam.” (İbn-i Hanbel, II, 436)

Hz. Peygamber, “Gazap şeytandandır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş, ancak su ile söndürülür. Biriniz kızdığı zaman abdest alsın. Buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 3)  Efendimiz başka bir hadisinde şöyle buyurdu: “Dikkat ediniz! Öfke insanoğlunun kalbindeki bir ateş parçasıdır. Gözlerin kızardığını, boyun damarlarının şiştiğini görmez misiniz? Her kim bunun eserini duyarsa, yere uzansın. (Tirmizî, Fiten, 26)  Bu hadisi duyduğumda çok heyecanlanmıştım. Çünkü insan öfkelendiğinde vücudu elektriklenmektedir. Toprağa uzanan öfkeli biri vücudunda biriken elektriği toprağa boşaltmış olacağından rahatlayacaktır.  Uzun yola çıkan TIR şoförleri, üzerlerine biriken statik elektrik sebebiyle kendilerini yorgun hissetmekte, kamyonunu kenara çekerek, bir süre toprağa uzanmakta, yorgunluklarının geçtiğini hissetmekte, dolayısıyla bu hadisi doğrulamaktadırlar.

Peygamberimiz sahabe ile sohbet ederken “Güçlü ve sırtı yere gelmeyen pehlivan kimdir?” diye sordu. Sahabe, “herkesi yenen pehlivan,” dediler. Efendimiz, “En güçlü pehlivan öfke anından nefsine hâkim olan ve öfkesini yenen kimsedir,” buyurdu.

Dostları İmam Ebubekir Şibli’ye  “Bilgelik yolunda size kim kılavuzluk etti?” diye sordu. Büyük imam “Bir köpek bana bilgelik yolunda kılavuzluk etti,” dedi ve devam etti. “Onu bir gün, bir su kıyısında susuzluktan neredeyse ölmüş bir hâlde iken gördüm. Su içmek için suya eğilince sudaki aksini görüyor, korkup geri çekiliyordu, onun başka bir köpek olduğunu sanıyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki korkusunu bir kenara itip suya daldı; ‘öteki köpek’ kaybolmuştu. Köpek, kendisi ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu ve artık yok olduğunu gördü. Benim engelim de, kendi benim ve nefsim olarak aldığım şeyin aslında kendi engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı. Benim yolum bana bir köpeğin davranışı ile gösterildi.”

Bediüzzaman Lemalar isimli risalesinde ibadetin müsbet ve menfi olmak üzere iki kısım olduğunu söyler. Belki menfi ibadet sözünü ilk defa duymuşsunuzdur. Müsbet kısmı hepimizin bildiği ibadet ve dualardır. Menfi kısmı ise musibetler ve hastalıklardır. Üstat der ki; “musibet ve hastalıklar karşısında aczini anlayıp Rabbine sığınan, Ona yalvaran, şifa ve sabır dileyen kimse bir çeşit ibadet yapmış olur. Bu ibadet gerçek olup ona riya ve gösteriş giremez. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur.”

Yüksek faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı sabır olduğu gibi her türlü olumsuzlukların sebebi de sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir.  Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır fakat sonucu tatlıdır. Kuran’da "şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153, 155) buyurulmakta; Peygamberimiz de  "Sabreden başarıya ulaşır ve muradına erer." (Müsned, 1/307) hadisiyle bu ayeti tasdik etmektedir.

Nasıl Bakarsanız Öyle Görürsünüz

Göz, dünyaya açılan penceremizdir. Ancak göz tek başına her şeyi algılamaya yetmiyor Psikoloji der ki çerçeve yanıltıcıdır; gerçek detayda gizlidir. Gözle gördüğümüzün ötesinde nice gerçekler gizlidir. Üstat Bediüzzaman, eserlerinin çeşitli yerlerinde “Ey göz güzel bak, güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından zevk alır,” der.

İnancımıza göre dünya hayatı geçici olup, ebedi hayata açılan bir pencere ve sınav yeridir. Allah kimimizi, sağlığımızla, kimimizi evladımızla, kimimizi makamımızla, kimimizi servetimizle sınamaktadır.

Sokakta yürüme veya görme engelli birine rastladığımız zaman içimiz acır. Ancak dünya hayatının geçici olduğunu, bu insanın sağlığıyla sınandığını, sabrettiği ve ahiret hayatına inandığı zaman sapasağlam bir inan olarak yeniden dirileceğini hatırlar teselli buluruz. Ünlü engellilerden olan Helen Keller on dokuz aylık iken geçirdiği bir ateşli hastalık sonucu görme, işitme ve konuşma yeteneklerini kaybetti. Ancak hayata küsmek ve kaderine başkaldırmak yerine kendisi gibi engelli olan öğretmeni Anne Sullivan sayesinde okuma ve yazma öğrendi. Onunla birlikte Boston’a gitti. Burada Redcliffe Kolejine girdi. Tarihte ilk sağır ve kör bir kişi olarak 1904 yılında başarıyla mezun oldu. Felsefe alanında doktora yapan Keller, birkaç yabancı dil öğrendi. Helen Keller, kolejde öğrenciyken yazmış olduğu “Hayatımın Hikâyesi” kitabı o kadar beğenildi ki satışlardan elde ettiği gelirle kendisine bir ev satın aldı. Engellilerin sorunlarına ve çözüm yallarına dair kitaplar ve makaleler yazmaya devam etti, üniversitelerde konferanslar verdi.

Helen, bilimsel bir toplantıya katılmak üzere Washington'a gittiğinde Başkan Kennedy tarafından Beyaz Saray'da ağırlandı. Emekleri boşa gitmemişti. 1964'te ulusun en büyük sivil madalyası olan Özgürlük Madalyası'nı Başkan Johnson'dan aldı. Helen, bütün bu başarılarının Allah’a ve yeniden diriliş gününe olan inancından dolayı ulaştığını söyler.  Bir makalesinde şöyle diyordu: “Bir mutluluk kapısı kapanırsa, mutlaka başka bir mutluluk kapı­sı açılır. Ancak, bizler çoğunlukla kapalı olan kapıya baktığımız­dan, bizim için açılmış olan yeni kapıyı göremeyiz. Karamsar bir insan, ne yıldızların sırlarını keşfedebilir, ne bilinmeyen diyarlara seyahat edebilir, ne de insan ruhuna yeni ufuklar açabilir. Dünya, çok sayıda sorunlarla dolu olsa da, o sorunları çözecek yöntem­lerle de doludur. Işıksız yegâne karanlık, cehaletin ve duygusuzluğun yol açtığı karanlık âlemdir. Ölüm yokluk değil, bir odadan başka bir odaya geçiştir. Şu farkla ki ikinci odada ben de sizler gibi göreceğim.”

İyimserlik kadar kötümserlik, vefakârlık kadar vefasızlık, Merhametlilik kadar merhametsizlik, dürüstlük kadar yalancılık birer kişilik özelliğidir. Kişilik ana rahminden başlayarak altı yaşına kadar aileden aldığı eğitimin şekline bağlı olarak büyük çapta tamamlanmış bulunmaktadır. Buna göre okula başlama yaşına gelen bir çocuk sorumlu veya sorumsuz, bağımlı veya bağımsız, güvenli veya güvensiz bir kişilik kazanmış bulunmaktadır. İnsanı insan yapan sevgi, merhamet,  yardımlaşma, çalışkanlık, sözünde durma, vefakârlık gibi değerler ailede yaşanarak kazanılmaktadır. Bu değerlerin sonradan eğitim kurumları vasıtasıyla kazandırılması çok zordur. 

Her yaştan bireyler aynı olay karşısında kişiliklerine ve inançlarına bağlı olarak farkı tepkilerde bulunabilmekte ve farklı çözümler üretebilmektedir.  İki kişinin, şu veya bu sebeple, trafikte olduğu gibi, kavgaya tutuştuğunu; iki kişinin de onları izlediğini varsayalım. İzleyenlerden biri; “gel arkadaş bunları ayıralım, ellerinden bir kaza çıkacak,” derken diğerinin; “boş ver, bırakalım kozlarını paylaşsınlar; güçlü olan kazansın,” diyebilmektedir. Örnekte görüldüğü gibi, iki kişi aynı olaya biri iyimser, diğeri kötümser yaklaşmaktadır. İyimser olan kişi muhtemelen sevginin, merhametin, yardımlaşmanın yaşandığı bir aileden; kötümser olan kişi geçimsizliğin, sevgisizliğin, merhametsizliğin ve şiddetin yaşandığı bir aileden gelmektedir.

YORUM EKLE

banner304