Şimdi hazan mevsimi; bozkırın o yeşil örtüsü yavaştan devranını tamamlayacak, zümrüt rengini, yeşili solmuş, sararmış, kızıllaşmış hüznüne bırakacak.

 Köylü pazarımıza düşen güz vurgunu, bereketli sebzeler ve meyveler son demlerinin güzelliğiyle elveda derken, o nasırlı ellerin sahiplerine üç ya da beş kuruş olarak dönecek. Eh Anadolu’nun özü de olunca, gözü tok bir halde çok şükür diyecek, o meşakkatli insanımız.

Bir güzel zamana, Sarı Babadan yelken açarak gidelim, o mazide kalmış; biz insanoğluna sunulan, üzümü derlediğimiz hummalı günlere, şöyle bir gezelim, gönül gözümüzle.

Bağ deyince asma, üzüm fidanı, o ekşi yaprakları ve içinde mucize saklı, sarısı, morlusu ve de siyahlı olan, bal küpü salkım taneleri gelir hemen de aklımıza.

Yöremiz de; şenlikle gelen bereketin toplanacağı o ana, Bağ bozum günü demişler eskiler. Genelde hafta sonlarına denk düşerdi. Özellikle Yapraklı ilçemiz  ve çevresindeki köylerimiz ile Yukarı çavuş, Akça vakıf, Kızılırmak yatağı ve  Danacı etrafında o gün sevinç, neşe ve farklı duygularla, dualarla bir panayır havasında insanlar akın akın, o bölgelere zamanın çok ta modern olmayan vasıtalarına doluşup giderlerdi.           

Herkesin kendi bağı, bahçesi var da; Ona gidiyor demek yanlış olur. Anadolu kültürünün en belirgin özelliği İmece (birlikte hareket etme),yardımlaşma duygularımızın yansımasıydı sanki. Konu, komşu, eş, dost ve akrabalar kim varsa giderlerdi hepside, hem de güle oynaya yani.

Dedelerimizden, ninelerimizden öğrendiğimiz daha eski yıllarda, bağ bozumu ertesinde, öküzlerin çektiği kağnı arabalarının gıcırdayan sesleriyle, küfeler ve sepetler dolusu üzümler taşınırmış o zamanların bereketinde Çankırı’ya.           

     Merak eder gibi oldu bir kısım insanlar. Üzüm ve Çankırı’yı yan yana koyunca, evet haklılar, bir zamanlar şimdiler de çorak bırakılan o canım alanlarda, oldukça fazlaca has üzümlerle doluydu. Çarşı pazar da, el örgüsü küfe ve sepetlerde, el terazilerinde, uzunca zaman satılırdı.

Günümüzde betonlaşan, Dızlar değirmeni mevkisinin civarında bulunan, Karatekin kalesine doğru yükselen o çorak kızıllı arazide bile;o zamanlar Sabri GÜRÖZ’ün bağlarında yetişen üzüm diye anılan ve halk arasında yaygın bir şekilde dillendirilen,’’Sabri GÜRÖZ’ün kınalı üzümleri bunlar’’ diyerek, bir anlamda övünülerek satılan; sarımsı ve kızıllı renklerle bezenmiş bal tadında ,kütür kütür olan o canım üzümler hala hafızalarımızda doğrusu.Aynı aroması ve lezzetine de o günlerden bu yana çok da rastlamadık desek hiç de yalan olmaz hani.

 Çankırı’nın o eski evlerinde,  dam denilen, o zamanlar binek hayvanlarının barındığı,  buzdolabı denen soğutucuların olmadığı, serin ve izbeliği nedeniyle,  kışlık  mamullerin,   uzun bir süre saklandığı yerlerdi. O zamanın üzümleri, işte o dam’lar da kışın ortalarına kadar saklanırdı vesselam.

 Köylerimizin bir çoğun da üzümler,  maharetli ellerce yapılan zor zahmetli çalışmalardan sonra, kışın sofralarımızın baş tacı olan üzüm pekmezi ve ya üzüm pestili olurdu. Çetin kış şartlarında karla boran olan havalarda, ayrı renk katardı sofralarımıza. Bulgur pilavımızın, salçalı ya da peynirli makarnamızın, koca hamurumuzun, eriştemizin yanında bize yoldaşlık ederdi adeta.

Kış bile adam akıllıydı hani, kar diz  boyu yağardı. Hem de saf ve temizdi; O gün ki özü, sözü ya da yüreğinde zerre kötülüğü olmayan insanımız kadar, bir başka olurdu o gökyüzü. Gümüş rengi yoğunluğunda birikirdi, o tanecikler üst üste her yerde. Hasret kaldık  o çetin kışların ayazına bile. Her bacadan ayrı bir duman tüterdi. Kimilerinde meşe odunu, kimilerinde ise tezek dumanı alabora ederdi her yanı. Sokak lambalarının mum ışığı gibi aydınlatan belli belirsiz ışıkları ve şiddetli fırtınanın esmesiyle iğreti gibi duran elektrik tellerinin çıkarttığı, o ahenkli vınlama sesleri bile mazide kaldılar.

O zamanlar tek eğlence ve haber kaynağı sayılan radyolarımızda, sabahın erken saatlerinde başlayan, buram buram ANADOLU kokan sadece sazlarla çalınan, bir anlamda sözsüz dinlenilen adına bugünlerde enstrümantal denilen, o duygu yüklü halk ezgileri, ruhu zenginleştiren hoş sedalarda gerilerde kaldı ancak  yerleri silinmedi gönlümüzde hala.

Bir daha geri gelmeyecek hasretle karışık o türküler bile artık çalmıyor uzun dalga yazmayan  çağımız radyolarında bile. ‘Bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir’ diyen gurbet türkülerinden. Almanya treni ve bir çokları gibi ardında bırakılan o berrak ve gerçeğin kendisi sayılan, sevda türküleri de yok artık bugünlerde. Hiç bir anlam ifade etmeyen sözlere ve müziklere yerlerini bırakarak sır olup gittiler.

Gel de söylenme ’’ Bir zamanlar mazide ne kadar şendik ‘’ diye.