Hayır, Şer ve Kader Konusunda Sormaya Çekindiğimiz İtikadi Sorular

Hayır, Şer ve Kader Konusunda Çoğumuzun Aklına Gelen Ancak Sormaya Çekindiğimiz İtikadi Sorular

Arkadaşım Prof. Dr. Mehmet Zeki Aydın hocam, muhtemelen öğrencilerinin sorduğu, itikada yönelik bazı sorular göndermiş, Bediüzzaman’ın eserlerinde bu sorulara ne cevap verdiğini ve bu konular hakkında ne yazdığını sormuş. Yaptığım araştırmayı hocama gönderdim, sizlerle de paylaşmak istedim.

Sorular

•          Başımıza gelen her olayda ve her şeyde hayır vardır,” sözü doğru mudur?

•          Bir şey sadece hayır ve şer olarak mı değerlendirilir yoksa üçüncü bir vasıf olabilir mi?

•          Hayır ve şer yanında, mubah, musibet, imtihan da olabilir mi?

•          Bir kadının, erkeğin veya çocuğun tecavüze uğraması, bir kişinin Müslümanlıktan çıkıp başka bir dine geçmesi vb. meseleler hayır mıdır şer midir?

•          Eğer birinin kaderinde adam öldürmek var ise, neden suçlu bulunsun?

•          "Öldürülen ya da intihar eden eceliyle mi ölmüş oluyor?"

Cevaplar

Bir kavram zıttı ile birlikte ele alındığında daha iyi anlaşılmaktadır. “İyi-kötü, güzel-çirkin-faydalı-zararlı” gibi, ”hayır ve şer” kavramlarına da bu açıdan ele almak istiyorum. Sözlük, iyilik için, “fayda sağlayan iş ve davranış” diyor. İnancımıza göre iyilik, Allah’ın emrettiği, murat ettiği, hoşnut olduğu; salim aklın da onayladığı olay ve davranışlar demektir. Şer için sözlük “kötülük, fenalık, kötü iş ve davranış” diyor. Bu itibarla Allah’ın hoşnut olmadığı, sevmediği, yasakladığı yapılması durumunda yapanın ceza ve kınamaya müstahak olacağı; salim aklın ve fıtratın da reddettiği olay ve davranışlar demektir.

Şerri fizikî ve ahlaki olmak üzere iki grupta ele alabiliriz. İnsanın iradesi dışında meydana gelen depremler, seller, yıldırımlar, yangınlar, hastalıklar ve benzeri afetler fiziki şerlerdir. İnsanın hür iradesi ve davranışıyla oluşan hırsızlık, yaralama, öldürme, tecavüz, istismar ve zulüm gibi kötülükler ahlaki şerlerdir.

Yaratıklardaki hayır ve şer yönünden mümkün olan durum beştir:

1. Sırf hayır,

2. Hayır tarafı galip ve fazla,

3. Hayır ve şer tarafları eşit,

4. Sırf şer,

5. Şerri hayrından fazla ve çok olandır.

Yüce Allah'ın "yapın", diye emrettikleri ya sırf hayır veya hayır tarafı fazla olandır. Allah'ın yasakladığı şeyler sırf şer veya şer tarafı fazla olan şeylerdir. İman sırf hayır; küfür/Allah’ı inkâr ise sırf şerdir. Savunmasız bir kadının ya da bir çocuğun tecavüze uğraması, istismar edilmesi ya da bir bebeğin zina sonucu dünyaya gelmesi gibi şer durumlarda mağdur taraf masum ve günahsız olup bu şer fiilleri işleyen zalimler günahkâr ve cezaya müstahak olur. Son günlerde gündem olan, vicdanları sızlatan Antalya Finike’de meydana gelen, Elmalı Davası olarak isimlendirilen, yedi yaşında bir kız ve on yaşında bir erkek çocuğunun uzun süre fiziksel şiddete maruz kalması ve cinsel istismara uğraması olayı üzerinde bir pedagog olarak durmak istiyorum. Anne ve baba boşanmışlar, Anne yeniden evlenmiş, gece kulüplerinde ve pavyonlarda çalışıyor, gece kulübüne gelen bazı erkeklerle birlikte oluyor. Çocuklar üvey babası ve annesinin erkek arkadaşları tarafından cinsel istismara maruz kalıyorlar.Direndikleri zaman fiziksel şiddet görüyorlar. Allah’a ve hesap gününe inanan kimselerin bu vicdansızlığı yapmaları mümkün değildir. “Yaşasın zalimler için cehennem!” Hesap günü ve cehennem olmasa insan başka nasıl teselli bulabilir?

Olayı çocukların çizdiği resimlerden ve davranışlarından babaannesi fark ediyor ve savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. İstismar olayında anne, üvey baba ve dayı suçlu bulunmuş.Çocukların yazdığı mektuplar ve çizdikleri resimler dava dosyasına konmuş. Dava devam etmektedir. Burada çocuklar masum olup ailede yaşanan gayri ahlaki ve merhametten yoksun çocuklar adına yürek sızlatan ve tamamıyla şer olan bir hayat tarzı var. Devlet çocuklara sahip çıkmış, onları koruma altına almış bulunmaktadır.

Bir Müslümanın, ya da ismen/görünürde Müslüman olanın din değiştirmesi kendi iradesiyle seçtiği bir yol olup neticesi ve sorumluluğu da kendisine aittir. Bu kişiye Mürtet denmekte olup İslam toplumunda Müslümanların sahip olduğu haklardan istifade edemez.

Gerçek bir Müslüman başka bir dine geçemez. Çünkü bütün dinleri İslamiyet sayesinde tanımıştır. Bediüzzaman bu meseleyi şöyle açıklar::"İslâmiyet dairesinden çıkan yabancı dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de iyiliğe medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir. Fakat bir Müslüman, hem peygamberleri, hem Rabbini, hem bütün faziletleri Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz.”

Kulların ihtiyarî/iradeli işlerinden başka, mikrop, zararlı böcekler, yırtıcı hayvanlar, deprem, sel gibi bize şer gibi görünen eşya ve olaylara gelince; bunların hayırları şerlerinden fazladır. Kulların işleri hariç, kendisinde hiçbir hayır bulunmayan sırf şer, şerri hayrından fazla olan ve hayrı şerrine eşit olan şeylerin yaratılması Allah'ın hikmetine aykırıdır. Melekler, "... Biz seni şükür ve dua ile seni yüceltip dururken orada (yeryüzünde) fesatlık çıkaracak ve kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" (Bakara, 2/30) diyerek Allah'ın yeryüzünde insanı yaratmasına -bundaki hayrı bilmedikleri ve şer olacağını zannettikleri için- itiraz etmişlerdi. Allah bundaki hayrı bildiği için onlara, "...Sizin bilmediklerinizi elbette ben bilirim." (Bakara, 2/30) sözüyle cevap vermişti.

Yeryüzünde ve atmosferde meydana gelen iklim değişikliği, hava kirliliği, sel felaketi, hastalıklar gibi fiziki şerler, Kuran’ın ve bilim insanlarının tespit etiği gibi, çoğunlukla açgözlü insanoğlunun tabiatı (yeraltı ve yerüstü kaynaklarını) hoyratça kullanması, önlem almaması ve sağlık kurallarına uymaması sonucu gerçekleşmektedir. “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” (Bakara, 2/41)  

İnsanlık tarihi boyunca “hayır ve şer” düalizmi hep var olmuş ve tartışılmıştır. Eşyayı bize güzel ya da çirkin gösteren kafa gözü değil kalp gözüdür. Kafa gözü olan “basar”  konuyu fiziksel ve estetik açıdan değerlendirirken; kalp gözü olan “basiret” konuyu dini ve ahlaki açıdan değerlendirir. Problemimiz de estetik değil etik olduğundan basiretten ve gönül gözünden mahrum kalan insan gözü bir mihenk/ölçü olamaz. Ayet-i kerime de buna işaret eder:“Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216)O halde bu noktada iyiyi kötüden ayıran ölçü insan aklı değil vahiydir.

İnsanlık tarihinde inançsız felsefeler ve karamsar düşünce akımları, yeryüzünde meydana gelen, insanları ilgilendiren ve etkileyen olayların olumsuz gibi görünen yönüne odaklanmış dünya hayatını kötü, şer ve kargaşa şeklinde görmüşlerdir. İnançlı insanlar her şeyin zıddıyla bilindiğini, ışığın kıymeti ancak karanlık çökünce, güzelin kıymeti çirkini görünce anlaşıldığını; bu sebeple iyiliğin ve iyinin kıymeti kötü ve kötülükle karşılaşınca bilindiğini ifade etmektedir.  Demek ki kâinata rengini veren insanın bakış açısıdır. Üzüntülü, ağlayan bir insan her şeyi ağlar gördüğü gibi; mutlu bir insan da her şeyi bayram havasında görür.  Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Güzel bakan güzel görür, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”

Mesela, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasını ve şeytanın yaratılıp insanlara musallat edilmesini, kader bahsini, hastalıkları, afetleri, kötülükleri, zulümleri, tecavüzleri, haksızlıkları dile dolayan inançsız filozoflar ve onların takipçileri, bunların hikmetlerini ve sonuçlarını kavrayamamış; haşa Allah’ın insanlara ve canlılara haksızlık yaptığını iddia etmişlerdir. Psikoloji der ki: “Çerçeve/görüntü yanıltıcıdır; gerçek arkada/detayda gizlidir.

Hazret-i Âdem’in (as) Cennet'ten çıkarılması bir çerçevedir. Bu çerçeveye göre Hz. Âdem, Allah’ın koyduğu yasağı çiğnemiş, yasak meyveden yemiş, böylece ilk günahı işlemiş, cezası olarak da cennetten kovulmuştur. Gerçekten, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması bir görevlendirmedir. Yasak meyve bunun bahanesi, aracısı da şeytandır. Öyle bir görev ki Âdem’in neslinden nice peygamberler, veli zatlar ve bilim insanları yetişmiş ve yetişmektedir. Bu sayede insan, Allah’ın bütün isimlerine mazhar, eşref-i mahlûkat ve arza halife olmuş; emaneti yüklenmiştir.

Eğer Hz. Âdem cennette kalsaydı, melekler gibi makamı sabit olur, kabiliyetleri inkişaf etmezdi. Hâlbuki Allah’ın böyle olan hadsiz melaike ve ruhanileri vardır, insanın yaratılmasına gerek yoktur. Diğer bir açıdan baktığımızda Şeytan, Hz. Âdem’i ve eşini yasak meyveyi yemeye ikna etmekle sevap kazanmış değildir; yaratılışına uygun olanı yapmıştır. İnancımıza göre şeytan tek değildir, birçok şeytan çeşidi vardır.

Üstat Bediüzzaman, “Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş/yaratmış; hikmeti nedir? Şerrin yaratılışı şer, kötünün yaratılışı kötü değil midir?” sorusuna şu mealde cevap veriyor:“Şerrin yaratılması şer değil belki şerri işlemek şerdir. Çünkü yaratmak/var etmek bütün sonuçlara bakar, kulların işleri ise hususi yani kast edilen sonuca bakar. Bir kişinin yaptığı şeyi kendine şer yapması, o yaratılan şeyin bütün sonuçlarını ve hayırlarını şer yapmaz. Çünkü Allah hayırları isteyerek yaratır ve kulun istemesinden de memnun olur. Şerleri de, imtihan sırrı gereğince, kul istediği için razı olmayarak yaratır.“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur.” (Zümer, 39/7)

Eğer denile: “Kul şerri ve kötülüğü istese de Allah yaratmasa, olmaz mı?” İnancımıza göre dünya hayatı bir imtihandır. Rabbimiz, bize verilen akıl nimeti ve seçme iradesi ile iyi ve kötü arasında secim yapma hakkı tanıyor. Yaptıklarımız amel defterimizde kayda alınıyor. İyiyi seçersek mükâfat, kötüyü seçersek ceza var. Seçme hakkı olmazsa imtihanın bir anlamı kalmaz. Herkes öbür dünyaya günahsız olarak gider, hesap gününe gerek kalmaz.

Bediüzzaman, ”Bir fiil ya bizzat ya neticeleri itibariyle güzeldir,” der ve mealen şöyle devam eder: “Mesela, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Tedbirsizlik ve hatalı kullanma yüzünden bazıları yağmurdan zarar görse ‘Yağmurun icadı rahmet değildir.’ diyemez, ‘Yağmurun yaratılışı şerdir.’ diye hükmedemez. Hem ateşin yaratılışında çok faydalar var, bütünü de hayırdır. Fakat bazılar tedbirsizlik ve hatalı kullanma yüzünden ateşten zarar görse ‘Ateşin yaratılışı şerdir.’diyemez. Çünkü ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi yanlış seçimiyle, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

Netice olarak: Büyük hayır için küçük şer kabul edilir.  Eğer küçük şerrin olmaması için büyük hayırları netice veren bir şer terk edilse o vakit büyük şer işlenmiş olur. Mesela, cihada asker sevk etmekte elbette bazı maddî ve bedenî küçük zararlar/şer olur. Fakat o cihad da büyük hayır var. İslâm beldesi düşmanın istilasından kurtulur. Eğer o küçük şer için cihad terk edilse o vakit büyük hayır gider, büyük şer gelir ki bu da zulümdür. Hem mesela, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; hâlbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, büyük şer olur.”

“İbadetler iki kısımdır: Bir kısmı müspet, diğeri menfidir. Müspet kısmı malûmdur. Menfi kısmı ise hastalıklar ve musibetlerdir. Musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabbi Rahîmine sığınır ondan şifa, sabır ve dayanma gücü ister. Eğer hastalıklar ve musibetler olmazsa sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, ahireti unutturur. İnsan kabri ve ölümü hatırına getirmek istemez. Hastalık ise birden gözünü açtırır. Vücuduna ve canına der ki: ‘Lâyemut/ölümsüz değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.”

Bediüzzaman’a çoğumuzun aklına gelip de dile getiremediğimiz şu soru soruluyor::“Şerr-i mahz (tamamıyla şer) olan şeytanların icadı ve ehl-i imana musallat olmaları ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Rahman ve Rahîm olan Rabbimiz bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin meydana gelmesine nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?” Üstat, cevabında mealen diyor ki: “Mülk sahibi, bir amaca binaen mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kendimize ait varlıklarda ve mallarda dilediğimiz gibi davranırız, başkalarının karışmasının izin vermeyiz, buna hakları yoktur, karışanlara da tepki gösteririz. Böyle olduğu halde mülk sahibi olan Allah’ın tasarrufuna itiraz eder tenkide cüret ederiz.Mülk onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Hem acaba sanatkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet sanatkârane yaptığı sanatlı bir elbise giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzatıyor, biçiyor, kesiyor; seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; oturtup kaldırmakla bana zahmet verdin? Elbette diyemezsin. Aynen öyle de Sâni’-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa gayet sanatkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptela eder, aç eder, tok eder, susuz eder; bu gibi ahvalde yuvarlatır. Hayata karşı seni güçlendirmek için böyle çok tavırlarda gezdiriyor.“

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen, mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil edersin. Her türlü iyilik senin elindedir. Şüphe yok ki; Sen, her şeye kâdirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız bir surette rızık verirsin.” (Al-i İmran, 3/26-27)

“Hayat musibetlerle, hastalıklarla saflaşır, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder/gelişir. Şu dünya hayatı imtihan ve hizmet yeridir; lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir.”Hastalıklar dine ve imana ait olmamak ve sabretmek şartıyla bu imtihanın kazanılmasına vesile olur. Hastalıklar ebedi saadeti kazanmaya vesiledir, şikâyet etmek o hazineyi kaybettirebilir. Ağır geldiğinde Allah’a sığınmalı ve afiyet istenmelidir.“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltmakla (fakirlikle) deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155)

Bediüzzaman, hastalıkların ve musibetlerin varlığını “İlâhî ikaz ve ihtar-ı Rahmanî” olarak değerlendirir, bu meseleyi çoban ve sürü misaliyle açıklar:“Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşların isabet ettiği bir koyun, lisan-ı haliyle ‘Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.’ diye kendisi döner, sürü de döner. Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll/aptal değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman ‘Allahtan geldik yine O’na döneceğiz.’ (Bakara, 2/156) de ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma/kederlenme. O, seni senden daha ziyade düşünür.”

Her kim kendi hayatını tetkik etse görecektir ki, Rabbimizi en çok hatırladığımız, kulluğumuzu ve dualarımızı en içten sunduğumuz zamanlar sıkıntılı zamanlarımızdır. Bolluk ve rahat vakitleri ise kulluktan uzak, gaflet ve rehavet anlarımızdır. Hâlbuki biz bu âleme rahatça yaşamak ve keyif sürmek için gönderilmemişiz. Gençlerin ihtiyar olması, gelenlerin gitmesi ve gidenlerin geri gelmemesi; her lezzetin üstündeki zeval ve firak elemi buna delildir.O halde mühim vazifelerle bu imtihan yurduna gönderilen insan, ebedi hayatı kazanmak için çok çalışmalı, Tevbe Suresinde beyan edildiği gibi nefis ve malını Allah’a satıp kârlı bir kazançla huzuruna dönmenin yollarını aramalıdır. Hayatımızdaki sıkıntılar da sanki bunun işaret taşları ve muallimi hükmündedir.“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (Kıyamet, 75/36) 

İnsanların eli ile gelen zulümlere ve ahlaki kötülüklere Allah’ın müdahale etmemesi ise her dem vaki olmamıştır. “Küfür devam eder, fakat zulüm devam etmez”  hadisinin de işaretiyle zulüm ve kötülük er-geç karşılığını bulur. Önceki milletlerin başlarına gelen felaketler, daha sonrakilerin uğradığı toplu belalar, savaşlar, afetler doğru okunduğunda, Allah’ın ihmal etmediğini gösterir. İmtihan devam ederken yanlış yapanları uyarmak, hemen arkasından cezalandırmak imtihan sırrına muhaliftir. Dünyanın imtihan salonu olması cihetiyle mühlet verdiğini, ama kesinlikle ihmal etmediğini gösterir. “O kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. Onları zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 3/178)

Kader konusunda “Eğer bir insanın yapıp edecekleri, mesela adam öldüreceği kaderinde var ise, neden suçlu bulunsun?” diye bir soru akla gelebilir. Sorunun cevabına gelmeden önce “Kader” konusunu açıklığa kavuşturmamız gerekir. Kaderin esas anlamı, "Allah’ın, olmuş olacak her şeyi bilmesi" demektir. Dikkat edersek insan iradesini, karar verme seçeneğini yok saymıyor. Bilmek ayrı yapmak ayrıdır. Bilen Allah’tır, yapan kuldur. Buradaki ince nokta: Allah bildiği için yapmıyoruz; biz yapacağımız için Allah biliyor. Zaten Allah’ın geleceği bilmemesi düşünülemez. Bilmese veya bilemese yaratıcı olamaz.“Göklerde ve yerde olanı bilir. Gizlediğinizi ve açığa vurup ilan ettiğinizi de bilir. Allah, sinelerde saklı olanı bilendir. (64/Teğabûn 4)

Kaderi ızdırari/mecburi kader, ihtiyari/seçimli kader olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Mecburi kaderde bizim hiçbir tesirimiz yok. O, tamamen irademiz dışında yazılmış. Dünyaya geleceğimiz yer, kaç yıl yaşayacağımız, annemiz, babamız, şeklimiz, yeteneklerimiz tabi olduğumuz kaderimizdir. Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yoktur. Kalbimiz çarpıyor, kanımız temizleniyor, hücrelerimiz büyüyor, çoğalıyor, ölüyor. Vücudumuzda, bizim bilmediğimiz birçok işler yapılıyor. Bunların hiçbirini yapan biz değiliz. Uyuduğumuz zaman bile bu tür faaliyetler devam ediyor.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar vereceksek ve ne yapacaksak, Allah ezeli ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir.Yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerde karar veren biziz. Zayıf da olsa bir irademiz, az da olsa bir ilmimiz, cılız da olsa bir gücümüz var.Yol kavşağında, hangi yoldan gideceğimize kendimiz karar veriyoruz. Trafikte bir sürücü yol verme kavgasında sinirlerine hâkim olmayıp tartıştığı kişiyi öldürse, mahkemede kaderimde o adamı öldürmek varmış, bana ceza veremezsiniz,” diyebilir mi? Burada bir soru akla geliyor. “Öldürülen adam eceliyle mi ölmüştür?” Bu soruya “evet” dersek Cebriye gibi itikat etmiş, kulun iradesini ve seçimini inkâr etmiş oluruz. “Hayır” dersek Mutezile gibi itikat etmiş, kaderi inkâr etmiş oluruz. Bazı felsefe akımlarına göre insan, rüzgârın önünde sürüklenen yaprak gibidir, seçme iradesi yoktur. Buna inanan ve böyle düşünen biri haksızlığa uğradığı, evi soyulduğu, arabası çalındığı, karısına tacizde bulunulduğu zaman hak aramaması ve “kaderimde bunları yaşamak varmış,” diye düşünmesi gerekir.

Ehlisünnet itikadına göre kul, kendi cüz’i iradesiyle adamı öldürmüş, Allah kader planında onun ne yapacağını bildiği için külli iradesiyle buna fırsat vermiş, vadesi dolan adam da ölmüş olur. Öldüren cinayet işlemiş bunun cezasını hak etmiş, ölen adamın da bunda payı varsa yani karşı tarafı tahrik etmiş ise hesap gününde bunun bedelini ödeyecektir. Kazalar, cinayetler, hastalıklar ölümün bahanesi olup gerisi teferruattır. Yine de doğrusunu Allah bilir.

YORUM EKLE