Değerini bilen herkes için, hayat ne güzel. Ömür denilen; doğum ve ölüm arasında geçen, bizlere bahşedilen, ölçüsü olmayan, doldurduğumuz acı ya da tatlı, binlerce dizili, olaylar ve de hatıralar.

  

 İnsan; düşünen en seçkin varlık olması hasebiyle, dalıp gider arada bir maziye, geride kalan güzelliklere. Bazen hesaplaşır, geçen zaman tünelindeki olaylara bakarak kendiyle. Elbette, güzelliklerini de düşündükçe, bir hal gelir o ince ruhuna adeta. Bazen de uçar semada bilinmeyen bir yolculukla.

      

Vefamız var filizlenip, dal budak saldığımız, büyüdüğümüz bu İl’imize,  sığdırdığımız, o küçücük yüreğimizde, ne varsa tabii ki dökeceğiz gönül pınarımızdan. Aktaracağız ki, yer bulsun bizden sonraki nesillerin can evlerinde.

  

    Sarı Baba’dan bakınca;

 

Yıllar önce, ne güzel di, feslihkandört kavaklar mevkii. Zümrüt gibi yeşillikleri,  ahenkli bir görünüm katardı,  bu güzelim memlekete. Güzelim bahçelerimiz, ne kadar çok bereketliydi, üretilen her şey lezzetiyle, damaklarda ayrı bir tat bırakırdı. O zamanlar bir başkaydı hani.

 

Güz ayı, Çankırı’mız da birçok hazırlıklarla hemen dikkat çekerdi. Mahalle aralarında, köşe başlarında bulunan dibeklerde o acı, kurutulmuş sivri biberler, en az dörtlü ve imeceli bir sitilde, tahta tokmaklarla dövülürdü iyice, vur ha vur. Bu gayret, hayata sevgiyle bağlanan, bu yürekli insanları, daha da başka güzel kılıyordu.  Sokak aralarında; akşamdan yoğrulup, dinlenmiş o hamurlar çoktan eriştelik ya da tutmaç kıvama geliyordu, hemencecik anaların, bacıların, o kınalı ellerin de yassı ağaçlar da. Günün ilk ışıklarıyla, o ekşili torba yoğurduyla karılmış tarhanalar, küçük parçacıklarla kurumaya terk edilir di, kaldırım taşlarına serilmiş yamalıklı sergilerde. Karınca misali yapılan bu işler, kışın gelişinin müjdeleyicisi gibiydiler. Samimiyetin, o beraberlikle yapılan emeğin ayrı bir güzelliği vardı. Bir heyecan, bir tutkunluk, neşe ve muhabbetle, insanlar ayrı keyif alırlardı. İnsanların edep ve ahlaki, erozyona uğramamıştı,   ince hesabın yapılmadığı bir zamanda, komşuluk hatırı bir başka güzeldi.

      
 Bu gün bize, yarın da size;

 

Kocaman bakır kazanlarda, o yerli, etli, özlü domateslerimiz bölünerek kevgirden geçirilmeye hazırlanırdı. Dinlenmeye alınan bölük pürçük durumdakiler ise özenle,  o kevgirlerden süzülürdü. Kenar köşe ya da kuytu yerlerde yakılan odun ateşi ve tezeklerle, üçayak denilen demirlerde yerine alan bakır tavalarda özlenip kıvamınca kaynamaya başlarken, ha bire tahta kepçeyle karıştırılırdı, aman dibi tutmasın diye. O mis gibi kokusu uzaktan duyulurdu vesselam. Birde tavada kalan ya da kıyıda köşede duran artıkları, şöyle işaret parmağıyla elimize dolayıp, birde ekmek arasına arakladık mı, değme keyfimize gitsin.

  

Çok bekledik o günleri, bunca geçen sevdamız gibi kaldı SARI BABA civarında. 

 

Ne kadar şendik diyecek kadar önemliydi o yıllar. Bozmamıştı GDO, iç dünyası ile oynanmamış o bereketli yiyecekler insan misali yavaş bir şekilde gittiler. Geride yüreğimizde ‘Nerde o eski günler’’ diyerek, hem de gönülden iç geçirerek, bir daha gelmemecesine gittiler.

 
Ardında; birçok hasret çekenleri bırakarak.