Yerli Malı Haftası

Misak-ı İktisadi’den, Yerli ve Milli Günlere…

Yerli Malı Haftası

İş çıkışı bir Aralık akşamı…

Satılmış her zamankinden daha hızlı adımlarla İstasyon caddesinden, şehrin merkezine doğru ilerliyordu. Acele bir işi olduğu her halinden belliydi. Hükümet caddesine varınca banka önünde duran ATM’den para çekmek istese de başaramadı. Biraz önce acele eden Satılmış, bu sefer yavaş adımlarla düşünceli bir halde, Karatekin Parkı’na doğru ilerlerken, bir yandan da tanıdık arar gibi gelene, geçene dikkatlice bakıyordu. Tanıdık kimseye rastlamamıştı, öyle ya hava kararmıştı. İşten çıkalı bir saati geçmiş, çalışanlar çoktan evlerine varmış, dükkânlar yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Birden cep telefonu çaldı. Eşi arıyordu. Telefona bir müddet baktı, ısrarla çalan telefonu açtı:

- Baba! Nerede kaldın. Alacaklarını unutmadın değil mi?

Arayan ilkokul 4. Sınıfta okuyan kızıydı.

- Hiç unutur muyum? Bir tanem, canım kızım aldım geliyorum.

Diyerek, telefonu kapattı. Kızına yalan söylemek zorunda kalması canını iyice sıkmıştı ve bir an önce çare bulmalıydı.

Satılmış'ın hiç kardeşi yoktu. Annesi üç doğum yapmış fakat hiç biri yaşamamıştı. Son çocuk olarak dünyaya gelince, ailesi adını “Satılmış” koymuştu(*). Satılmış’ta evlendikten sonra bir türlü çocukları olmamıştı. Uzun yıllar bir çocukları olması için çok çile çekmişlerdi. Ne “hocalara” gitmelerine rağmen bir çözüm olmamıştı. En sonunda Ankara’da bir doktora gide gele dokuz yıl sonra muratlarına ermişlerdi. Çok geç gelen torununu kaybetmemek için Annesi, bebeğin adını “Satı” (*) koymak istese de doktorunun “Maşallah ay yüzlü bir kız oldu. Adını Hilal koyun. Vatana millete faydalı bir evlat olsun” demesi üzerine, Annesinin sözünü dinlememiş ve adını “Hilal” koymuştu. On sene geçmiş Hilal’den başka da çocukları olmamıştı. Kızının üzerine adeta titrer, bir dediğini iki etmez olmuştu.

Satılmış, Annesinin ölümünden sonra geldiği Çankırı’da hemen iş bulmuş, işyerinin iflası üzerine aylarca işsiz kalmış ve son zamanlarda bulduğu işten aldığı asgari ücretle evini geçindirmeye çalışıyordu. Satılmış hem yürüyor hem de kara kara düşünüyordu. Evin masrafları bitmek bilmiyordu. Kızı Hilal’in istediğini nasıl alacaktı, üzerinde üç kuruş parası yoktu. Tanıdık birine rastlasa isteyecekti, AVM’ler ise kesinlikle veresiye yapmazlardı. Birden düşüncelerinden sıyrılarak kararlı adımlarla her zaman önünden geçtiği ve arada sırada uğradığı kuruyemiş dükkânın önünde durdu. Selam vererek dükkândan içeriye girdi ve genç tezgâhtara seslendi:

- Okulda “Yerli Malı Haftası” kutlanacakmış, öğretmen kuruyemiş istemiş de, ne çeşit alayım.

Tezgâhtar genç:

- Karışık yapayım mı abi? Yeni mallar geldi. Çin’den fıstık, çekirdek, Arjantin’den soslu mısır, Amerika’dan badem, ceviz.

Konuşmaları duyan diğer müşteri tezgâhtara doğru:

- Senin yaptığın da iş mi şimdi? Adam yerli malı için kuruyemiş diyor, sen birleşmiş milletler gibi neredeyse tüm ülkeleri saydın. Yok mu, bunun yerlisi yahu?

Tezgâhtar duraksadı ve nihayetin de:

- Olmaz mı Ahmet amca! Fındık, fıstık, Keçiboynuzu var, leblebi, sarı üzüm, iğde var.

- Başka yok mu?

- Yok, Amca. Türk malı olarak bunlar var. Zengin çeşit olsun diye öbürlerini de saydıydım.

- Ötekiler olmaz. Türk malı olanlardan vermen lazım. Adı üstünde Yerli Malı Haftası kutlayacaklar. Hiç gâvurun malıyla yerli malı mı kutlanır? Hala unutamam, bizim zamanımız da nasıl da coşkuyla kutlanırdı. O zamanlar dan ezberlediğim “Yerli malı, yurdun malı; her Türk onu kullanmalı” sözü de hala kulağımdadır.

Satılmış’a döndü.

- Haksız mıyım? Yerli Malı Haftası yabancı malla kutlanır mı?

Satılmış okuldayken hiç böyle bir hafta kutlamamıştı. Ancak, Ahmet beyin söyledikleri de çok hoşuna gitmişti. Memnun bir ifadeyle:

- Beyefendi, iyi düşündünüz. Böyle iyi oldu da, ben kıza ne diyeceğim. Çeşit az diye okul da kınamasınlar da!

- Ne diyecekler, siz ne utanacaksınız ki? Kendi, kendine yeten bir ülkeyken, şimdilerde ne hallere geldik. Yediğimizin, içtiğimizin tadı yok, tarımımızı kırk yıldır bu hale getirenler utansın. Hem öğretmeni bu durumu gayet iyi bilir.

Tezgâhtara döndü:

- Ben helvacıya gideyim, geri gelip eve bir şeyler alacağım. Sen dükkânı kapatmadan gelirim.

Diyerek dükkândan çıktı.

Satılmış adamın arkasından baka kaldı. Tanımadığı adamın sözleriyle ikna olmuştu, olmasına da cebinde hiç parası yoktu. Tezgâhtara:

- Ahmet amca dediğin kim? Pek de bilgili birisiymiş.

- Yâran Ağasıdır. Pek severim kendisini.

- Belli belli. Benim hesap ne kadar tuttu?

- 65 beş lira abi.

Satılmış, mahcup bir şekilde:

- Senin patron nerede? O beni tanır, yanım da hiç para yok. Yarın uğrar veririm.

- Abi, patron geleceğim dedi ama ne zaman gelir bilmem. Hem ben patrondan izin almadan veresiye veremem.

- İyi paket kalsın. Ben dışarı da onu bekleyim.

Dükkândan çıkarak yolun karşısında dikili sokak lambasının altında beklemeye başladı. Bir yandan dükkâna giren çıkanları kontrol ediyor, bir yandan da dükkân sahibinin bir an önce gelmesini bekliyordu.

Aradan yarım saat geçmişti. Biraz önce helva almaya giden Yâran Ağası Ahmet beyin dükkâna elinde paketle girdiğini gördü. Ahmet Bey aceleyle tezgahtara seslendi:

- Eve geç kaldım. Şöyle güzel bir karışık yap da gideyim.

Derken, o anda karşı da sokak lambasının dibinde ki genç adam dikkatini çekti.

- Aslanım, şu karşıdaki biraz önce senden kuruyemiş alan adam değil miydi?

- Öyle Ahmet amca! Lakin üzerinde parası yokmuş, bende patron kızar diye veresiye veremedim. Patronu mu bekliyor.

- Öyle şey olur mu? Bu kış günü, hiç adam bekletilir mi, kaç lira tuttu ki?

- Altmış beş lira!

Yâran Ağası, dışarıda soğukta bekleyen adama hissettirmeden, tezgâhtara cebinden çıkardığı iki yüz lirayı uzatarak:

- Aslanım, buradan hem benimkini, hem de karşıda ki adamın hesabını al! Ben çıkınca da, müşteriyi çağır, çaktırmadan “Patronumla konuştum istediğini ver, parayı da istediği zaman getirsin” diye tembihlediğini söylersin.

- Tamam, Ahmet amca.

- Unutma, adamı üzmeden, bir pot kırmadan dediklerimi yap. Patronuna da selam söyle.

Diyerek dükkândan çıkarak hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu.

Müşteri çıkınca Tezgâhtar, telefon ediyormuş gibi yaptı ve dışarı çıkarak Satılmış’a doğru seslendi.

- Abi, gel abi gel.

- Hayırdır ne oldu?

- Abi patronum aradı, gelemeyecekmiş. Dükkânı ben kapatacağım. Senin durumunu söyledim. “Ne istiyorsa ver, parayı da dert etmesin, istediği zaman getirsin” dedi ve paketi uzattı.

Satılmış’ın gözleri parladı. Eve eli boş gitmeyecekti.

- Hay Allah razı olsun. Aslanım seni de zor duruma soktum. Kusura kalmayasın.

Demesiyle, Tezgâhtarın uzattığı paketi alarak dükkândan hızla çıktı. Satılmış aceleci adımlarla eve giderken Yâran Ağası Ahmet beyin dükkânda anlattıkları, “Yerli malı, yurdun malı; her Türk onu kullanmalı” ve özellikle de “Tarımımızı 30-40 yıldır bu hale getirenler utansın” sözleri adeta kulağında çınlıyordu (**).

Sanayi Devrimiyle birlikte Avrupa devletleri, askeri ve ekonomi alanında büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Özellikle 1820’li yıllarda Sanayi Devrimi’ni tamamlamış olan İngiltere, 1840 yılına kadar Latin Amerika’dan Çin’e kadar pek çok ülke ile serbest ticaret anlaşmaları yapmıştır. Bu anlaşmalar zincirine, 1838 yılında imzalanan Balta Limanı Ticaret Anlaşması ile Osmanlı Devleti’ni de katmıştır. Bu Anlaşmayla birlikte iç ve dış ticarette her türlü sınırlama kaldırılarak yabancı malların ülkeye girmesi sağlanmış bununla beraber, Osmanlı hammaddelerinin dış ticarete açılması kolaylaştırılmıştır. Yabancı tüccarlar iç gümrük vergilerinden muaf tutulmalarına rağmen, yerli tüccarlar bu vergileri ödemeye devam etmişlerdir. Osmanlı pazarının yabancıların denetimine geçmesiyle başlayan süreç diğer Avrupa ülkelerinin anlaşmayı imzalamasıyla devam etmiştir. Osmanlı Devleti, Avrupa’nın açık pazarı haline gelmiştir. Bu süreci dış borçlanma ve beraberinde özellikle 1850 yılından itibaren verilmeye başlanılan demiryolu imtiyazları takip etmiştir. Kırım Harbi dolayısıyla 1853’te yapılan ilk dış borçlanma, yabancı sermayenin Osmanlı toplum yapısı üzerindeki etkisini hayli genişlemişti. Söz konusu gelişmeler, Osmanlı mâliyesinin iflâsına kadar devam etmiş ve Muharrem Kararnamesi (***) ile Düyûn-u Umûmîye İdaresinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı.

İnsanların sahip oldukları kaynakların en uygun ve akılcı bir şekilde kullanması anlamına gelen tasarruf fikri, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde yapılan imtiyazlı ticari antlaşmalar ve dış borçlanmaların getirdiği yüklerle birlikte düşünülmeye başlanmıştır. Düyûn-u Umûmîye İdaresi’nin kurulması ve mali tutsaklık, 19. yüzyıl sonlarına doğru Osmanlı entelektüelinin zihninde Millî İktisat düşüncesinin belirmesine neden olmuştur. Bu yıllarda, dükkânlar da Rus şekeri, Amerikan unu, Fransız köselesi, Fransız patiskası, Amerikan bezi; Alman kumaşı ve Avusturya fesi gibi mallar yer almıştı. Çünkü bunların Türk malı olanları yoktu. Hepsi dışarıdan geliyordu. Yabancı sermaye ve gayrimüslim unsur karşısında rekabet edemeyen geleneksel Müslüman-Türk esnaf adeta çökmüştü. Çankırı ve Ankara gibi tiftik ticaretinin yoğun olduğu illerde çıkrıkçılar adeta susmuştu. Osmanlı aydınları ekonomik gidişattan memnun olunmadığını dile getirmeye başlamışlardır. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi yazarlar İktisadiyat Mecmuası, Türk Yurdu gibi dergilerde bu düşünce sıklıkla işlenmiştir. Liberal iktisadi yaklaşımın Osmanlı Devleti için uygun bir model olmadığını söyleyen Yusuf Akçura Müslüman-Türk unsurun iktisadi alanda egemen güç olması gerektiğine dikkat çekmiştir. Ziya Gökalp ise yazılarında iç kaynaklara dayalı, dış müdahalelere kapalı olarak hem tarım hem de sanayi alanında kalkınmayı başarmış olan Almanya’yı örnek göstermiştir.

İmtiyazlı ticari antlaşmalar yaptığımız ülkeler “Hasta adam” olarak gördükleri Osmanlı Devleti’nin topraklarında gözü vardı ve sonunda savaşa girildi. Düşman ülkelerle yapılan ilişkiler, haliyle yeniden düzenlendi. Cihan Savaşı’nın başlamasıyla kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırılmış, Düyûn-u Umûmiye’nin faaliyetleri askıya alınmış, yabancı sermayeli şirketlerin ayrıcalıklarına son verilmiş ve 1916’da ise yeni gümrük tarifeleri kabul edilmiştir. Böylece Osmanlı ticaret burjuvazisi içindeki gayrimüslim unsur yerine iç ve dış ticarette Türk ve Müslüman unsurun hâkimiyeti sağlanmaya çalışılmıştır. Bir başka deyişle savaş yıllarında devletçi bir ekonomi politikası benimsenmiştir. Ancak savaş yıllarının zorlu koşullarında bir yanda temel besin maddelerinde çekilen sıkıntı diğer tarafta savaşın olağanüstü giderlerini karşılamak için basılan karşılıksız paralar enflasyonu hızla artırmıştır. Zaten oldukça güç şartlar altında sürdürülen yaşam koşulları Mondros Ateşkes Antlaşması ile Anadolu halkını çok sıkıntılı günlerle baş başa bırakmıştır. Millî iktisat politikası, I. Dünya Harbi sonuna kadar uygulamada kalmıştı. Fakat savaş yıllarının zorlu koşulları, yeni kurulan Türk devletine malî ve iktisadi bakımdan büyük bir enkaz bırakmıştı. Ekonomik gücü tükenmiş, üretken nüfusu azalmış, yerleşim alanları zarar görmüştür. Yokluklar içinde başlatılan Milli Mücadele, Tekalif-i Milliye şartlarında başarıyla sürdürülmüştür. Büyük Millet Meclisi, olağanüstü tedbirler alarak bütçesini savaş ekonomisine göre ayarlamaya çalışmıştır. Elde edilen askerî başarıyı iktisâdî bir zaferle süslemek isteyen Büyük Millet Meclisi savaştan sonra Lozan Barış görüşmelerinde kapitülasyonların kaldırılması noktasında büyük mücadele vermiştir. Görüşmelerin kesintiye uğradığı 4 Şubat 1923’ten sonra 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir İktisât Kongresi’ni toplamıştı. Kongrede alınan karar ile Misak-ı İktisadi ilkesi kabul etmiştir. Bu ilkede anlatılmak istenen ”Ekonomik kalkınmamız ve gelişmemiz milli bağımsızlığımız içerisinde sağlanmalıdır ve temel hedef siyasal bağımsızlık gibi ekonomik bağımsızlığında sağlanması, kabul edilmesidir.” Kongrenin Batılı devletlere verdiği en önemli mesaj, millî bünyemizi bozmayacak, kapitülasyonları diriltmeyecek şekilde yabancı sermayeye karşı olmadıkları yönünde idi. Bu mesaj, sonuç vermiş ve Türkiye, aleyhine hiçbir kapitülasyon ve ekonomik ayrıcalığı olmaksızın 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştı.

Türkiye, 1923’ten sonra kendine özgü devletçilik modeliyle hızla iktisadi kalkınma hamlelerine girişmiş, yerli müteşebbisi güçlendirmek için bir taraftan bankalar açarken diğer taraftan da millî kaynaklarını değerlendirmeye başlamıştı. İş Bankası, 6 Ağustos 1924’te ilk özel banka olarak açılmış, bunu Emlâk ve Eytâm Bankası, Sanayi-i Maadin Bankası, Sümerbank gibi diğer bankalar izlemişti. Diğer taraftan Uşak, Alpullu, Eskişehir ve Turhal Şeker fabrikaları başta olmak üzere şişe cam, dokuma, seramik sanayinin ilk örnekleri üretime başlamıştı. Maden Tetkik Arama Enstitüsü’nün kurulmasından sonra yer altı kaynaklarımızın etüdü yapılmış ve birçok maden işletmesi faaliyete geçirilmişti. Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı devreye sokulmuş ve ülkenin iktisâdî durumu değişmeye başlamıştı. Türkiye’nin başlattığı iktisadî seferberliğin meyvelerini almaya başladığı dönemde, 1929’dan itibaren dünyayı etkisi altına alan iktisâdî buhran, Türk ekonomisini de etkilemiş, ardından esen savaş rüzgârları iktisâdî dengeleri alt-üst etmişti. Üstelik bu iktisadî buhran döneminde önceki devletimizden intikal eden borçlar da ödenmeye başlanmıştı. 1929 yılında ABD’de başlayan ve bütün dünyayı saran iktisâdî buhran sonucunda dünya, görülmemiş bir durgunluğa girmiş, Batı ekonomileri küçülmüş, işsizlik artmıştı. Tasarruf konusu tüm dünyaca önemsenmiş, ABD ve Batılı ülkelerde 31 Ekim 1924’te ilân edilen Dünya Tasarruf günü her yıl 31 Ekim gününde düzenli bir şekilde kutlanmıştır. Dünya iktisadi buhranı, Türkiye’yi de etkilemiş, para değerindeki düşüşle birlikte ihracatı azalmış ve dış ticaret dengesi olumsuz bir şekilde etkilenmişti. Kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olmamız ve tarımı sanayi ürünleri ile desteklememiz sebebiyle bu kriz hasarsız atlatılmaya çalışılmıştır. 1928 yılında Yozgat’ta yerli ürünleri tanıtmak gayesiyle “Millî Malumat Sergisi” düzenlemiştir. Çankırı’nın da mahallî ürünlerinden örneklerin istendiği sergiye, yerli mallardan numuneler gönderilmiş ve sergilenmiştir. Sergi halkta büyük rağbet uyandırmıştır. Hatta Sanayi ve Maadin Bankası sergiye özel bir ilgi göstererek millî fabrikalar mamûlâtinı sergide teşhire karar vermiştir. Çankırı’da Türk Ocağı tarafından 1929 yılında yerli malı sergisi düzenlenmiştir. Açıksöz Gazetesi sergiden şöyle bahsetmiştir: “Sergi iptidaî olmakla birlikte dikkat çekmeyi başarmıştır. Sergide; kendi ihtiyacımızın kendimiz tarafından temin edilmiş olduğunu gördük. Bundan sonra ecnebi göz kamaştıran sahte kumaşlarından kurtulacağımıza şüphe yoktur... O gün akşama kadar sergiyi ziyaret eden hanım ve beylerin miktarı iki bini geçmiştir. Sergiyi ziyaret edenlerin ekseriyeti Millet Mektepleri hanım talebesi olmuştur. Bu ilk adımın devamını Millî Tasarruf ve İktisat Cemiyeti’nin getireceği ve bu hususta faaliyete geçerek yerli mallarının revacına hizmet edeceği şüphesizdir.” Nitekim, Millî Tasarruf ve İktisat Cemiyeti üye kayıtlarına başlamış olup Çankırı merkez, kaza ve nahiyelerde teşkilatlanmaya başlamıştır. 1929’dan itibaren Dünya iktisadi buhranına karşı; yerli üretimi artırmak ve nispette de tanıtıp sevdirmek, halkın yerli malı kullanma alışkanlığı kazanmasını sağlamak, halkı israfla mücadeleye ve tasarrufa alıştırmak gibi çok yerinde önlemler alınmıştı.

Önlemlerin gerçekleştirilebilmesi için yeni bir kurum olarak Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, 12 Aralık 1929’da kurulmuştu. Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin nizamnamesine göre herkes cemiyetin üyesi olabilecekti. Üyelerin görevi, yerli ürünleri kullanmak ve bu konuda vatandaşları teşvik ederek milli tasarrufa alıştırmaktı. Bütün milletvekilleri, cemiyetin doğal üyesi olarak kabul edilmişlerdi. Gazi Mustafa Kemal diğer birçok cemiyet gibi bu cemiyeti de kendi himayesine almış ve cemiyete kabul edilen ilk kişi olmuştu. Cemiyet, kısa süre içinde ilgi görmüş ve ülke genelinde yaygınlaşmıştı. Cemiyetin faaliyetleri, millî tasarruflardan millî sermayenin nasıl birikebileceğini öğretmek ve millî iktisat ve millî teşkilatlanmanın gerekliliği konusunda yayın ve propaganda faaliyetleri yapmaktı. Bu çerçevede değişik vilayetlerde sanayi sergisi, kongresi, ziraat kongresi ile Tasarruf ve Yerli Malı Haftaları düzenlenmişti. Milli İktisat ve Tasarruf cemiyeti, 1936’da Ulusal Ekonomi ve Arttırma Kurumu’na dönüşmüş, 18 Ocak 1955’te ise Türk İktisat Cemiyetiyle birleşerek, Türkiye Ekonomi Kurumu adını almıştı.

Cemiyet, kısa süre içinde ilgi görmüş ve ülke genelinde 273 şube açılmıştı. Cemiyetin faaliyetleri, millî tasarruflardan millî sermayenin nasıl birikebileceğini öğretmekti. Bunun için 1929 yılından itibaren her yıl 12-18 Aralık’ta Tasarruf ve Yerli Malı Haftaları düzenlenmeye başlandı. Yerli Malı ve Tasarruf Haftası Etkinlikleri, yurt genelinde coşku içinde kutlanmıştır.

Ülkemizde de uygulanan iktisat politikası doğrultusunda 1929 yılından itibaren 12-18 Aralık’ta kutlanmaya başlamıştır. Kutlama etkinlikleri uzun yıllar millî bir bayram havasında geçmiştir. 1934’te Milli Ekonomi ve Yerli Mallar Haftası, 1936’da Ulusal Ekonomi ve Arttırma Haftası, 1946’da Yerli Malı Haftası ve 1983 yılında da Tutum, Yatırım ve Türk Malları Haftası olarak değiştirilmiştir. Yerli Malı ve Tasarruf Haftası Etkinlikleri yurt genelinde kutlamalarla gerçekleştirilmişti. Bu kutlamalar belirli bir program dâhilinde yapılırdı. Programa göre:

1-Yerli malı kullanımı çeşitli etkinliklerle özendirilecek,

2-Halkın toplandığı meydan, kahvehane ve sinema gibi yerlere merkezden gönderilen levhalar asılacak,

3-Hafta süresince parti hatipleri tarafından bir program dâhilinde yöre halkının toplu bulunacağı uygun yerlerde konferanslar verilecek,

4-Geniş halk yığınlarına ulaşabilmek için radyoda programlar düzenlemek,

5-Okullarda yazı yarışmaları yapılarak, ekonomi ve yerli malı konusunda müsamereler tertip edilecek,

6-Müsâmerelere okulların dışında Halkevi programında da yer verilecek,

7-Okullarda öğrenci ve aileler tutumlu olmak konusunda konferanslar verilecek, öğrenciler yerli malı hakkında vecizeler yazılı levhalarla kendi mıntıkalarını dolaşacaklar, yatılı okullarda bir hafta süresince memleketimizde bol miktarda yetişen üzüm, incir ve fındık dağıtılacak,

8-Yerli Malı Marşı, notalarıyla söylenecek,

9-Camilerde tasarrufla ilgili hutbeler okunacak ve vaizler halka millî iktisât ve yerli malından bahsedecekler,

10- “Yemekte, içmekte, giyinmekte, süslenmekte daima Yerli Malı Kullan” sloganıyla yerli malının halka benimsetilebilmesi için özellikle milletvekili, büyük üstatlar ve sanatkârlar halka örnek olacak,

11-Giyim ve kuşamda yerli kumaşlar tercih edilecek, zorunluluklar dışında yabancı malı alanlar ve giyenler cemiyetten çıkartılacak,

12-Yerli malına olan rağbetin artmasından dolayı Millî İktisât ve Tasarruf Cemiyeti yerli malı yapan ve satanların isim ve adreslerini içeren kataloglar düzenleyecek,

13-Yerli Malı ve Tasarruf Haftası’nda bankalarca kumbara dağıtılacak,

14-Yerli Malı ve Tasarruf Haftası’nda yerli malı satan bütün müesseseler vitrinlerini süsleyecek,

15-Gazeteler, yerli malı kullanımına ilişkin vecizeler hazırlayacak gibi usul ve esaslar belirlenmişti.

Yerli Malı ve Tasarruf Haftaları, Başbakanın geleneksel açış konuşmasıyla başlamış üst düzey yetkililerin konuşmaları, radyodan halka dinletilmişti. Bu hafta içerisinde Cemiyet ile Maarif Vekâleti arasında işbirliği yapılarak, hemen her okulda Yerli Malı ve Tasarruf Haftası etkinlikleri gerçekleştirilmişti. Yine, okullarda tasarruf ve yerli mallarına ilişkin müsamereler sergilenmiş ve öğrenciler arasında şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlenmişti.

Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nce hazırlanan programı ve Maarif Müdürlüğü ile işbirliği içinde yedi gün süren “Yerli Malı ve Tasarruf Haftası” etkinlikleri, yediden yetmişe bütün vatandaşlara yerli malı kullanımı ve tutum hakkında millî bir bilincin aşılanmasında önemli bir rol üstlenmiştir.

Balta Limanı Anlaşmasını takip eden dış borçlanma ve imtiyazlarla “Hasta Adam” olan devleti, kurtarmak için akla gelen “tasarruf” fikri ve yerli malın önemi uzun yıllar hiç gündemden düşmedi. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde uygulanan para politikaları, 1950’li yıllarda liberal ekonomi denemeleri ile rafa kaldırıldı. Lakin istenilen sonuçlar elde edilemeyince tekrar planlı kalkınma yıllarına dönüldü. 1980 yılı sonrası ise Türk ekonomisi için kırılma yıllarıydı. Ülkede ithalat kapıları sonuna kadar açıldı. Tarımda ithalat politikaları ile stratejik hatalar yapıldı. EBK gibi stratejik kurumlar işlevsiz hale getirilerek, lağvedildi. Özelleştirme adına istihdamı sağlayan pek çok tesis satıldı. Hesapsız dış borçlar çığ gibi büyüdü. Kısaca, son 70 yılın bazı dönemlerinde Balta Limanı’na bile rahmet okutacak imtiyazlı anlaşmalara imza atıldı. Yerli Malı Haftaları adeta unutularak milli eğitim müfredatından kaldırıldı. Uzun yıllar sonra önemi tekrar anlaşılarak yeniden müfredata konularak, okullarda tekrar Yerli Malı Haftası etkinlikleri 12-18 Aralık günlerinde kutlanmaya başlandı.

Lakin, yılların hatalı politikaları ve küreselleşmenin getirdiği olumsuz etkiler ile “kumbaranın” ve “yerli ürünün” ne olduğunu hiç bilmeyen nesillere bunu anlatmak zordu. Ülkemizin geleceğini etkileyecek, beka sorunu oluşturacak iç ve dış gelişmeler güvenliğimizi tehdit eder hale gelmekteydi ve şartlar yerli ve milli olmayı zorunlu hale getirmişti. Konjonktürün zorlamasıyla hatırladığımız “yerli ve milli” olmanın önemi, ülke gündemine özellikle savunma sanayinde gerçekleştirilen başarılı hamleler ile iyice yerleşti. Kapatılan EBK gibi kurumlar ve tarımsal kooperatiflerin önemi anlaşılarak, yeniden aktif hale getirildi. Yeni nesil ya da popüler adıyla “Z Kuşağı” için çok yabancı olan önceki bir iki kuşağın hiç bilmediği “Yerli malı” sözü sık sık her alanda kullanılmaya dile getirilmeye başlandı. Sonuçta, ilköğretim okullarında tekrar kutlanmaya başlanan “Yerli Malı ve Tutum Haftası” için alışveriş yapan çocuklar, artık öğretmenlerinin uyarısı “Amca yerli mi, ithal mi” diye sormaya ve bankalardan kumbara istemeye başladılar.

Olsun!

Bir asır önce de böyle başlamamış mıydı?

Önemli olan tarihi hataları tekrar etmemek ve Muharrem Kararnameleri gibi durumları, bir daha bir daha yaşamamak değil mi?

Dipnotlar:

(*) Çocuğu yaşamayan kadınlar son evladını, beş altı günlük iken gün doğmadan sokağa bırakırlar. Tabiî ilk geçen yolcu yol üzerinde gördüğü bu çocuğa bakarmış annesi yahut babası yanına gelerek yolcuya hitaben “Bulduğun bu çocuğu bana sat” der. Ufak bir pazarlıkla çocuğu satın alır ve bedelini yolcuya verir. (Bundaki inanç güya başkasının malını satın almış olması yüzünden çocuğun yaşamasına delâlet edermiş). Bu çocuklardan erkeklere ‘Satılmış’, kız ise ‘Satı’ ismi verilir. (Çankırı Tarih ve Halkiyatı 1932, Hacışeyhoğlu Hasan Üçok, Okuyan Adam Yayınları, 1. Baskı 2002, s.169)

(**) Bu olay 2019 yılı Aralık ayında Çankırı’da yaşanmış olup gerçek isimler kullanılmadan kurgulanmıştır.

(***) Muharrem kararnamesi: Osmanlı Devletinin ödeyemediği iç ve dış borçlarını düzenlemek amacıyla, alacaklıların talepleri doğrultusunda II. Abdülhamid döneminde, 15 Ekim 1881 (28 Muharrem 1299) tarihinde açıklanan mali kararlardır.

YORUM EKLE
YORUMLAR
Ruhi Ceylan
Ruhi Ceylan - 3 yıl Önce

Sevgili Kadir Çimen, daha önceki makalelerin gibi, bu yazınızı da heyecan ve keyifle okudum. Okurken ilk okul yıllarıma gittim. Yerli Mali ve Tutumluluk Haftası okulda coşku ve heyecanla kutlanırdı. Her öğrenci durumuna göre; çerez, meyve kuruları, keçiboynuzu, üzüm incir, leblebi, nokul( Bir Nevi Çörek), hoşaf, iğde vs. getirir sınıfta öğretmenin nezaretinde sıraların üstüne koyarak ve paylaşarak yenirdi. Çok büyük bir coşku ve neşe kaynağı olurdu bizim için. Yeni nesil maalesef bu tür heyecan ve geleneklerden çok uzak büyüyor. Bir marka merakı, yabancı menşeli beslenme özentisi almış başını gidiyor. İşin üzücü yanı ailelerinde bu konuda pek bir çabası da yok. Allah sonumuzu hayır etsin...

Kadir Çimen
Kadir Çimen - 3 yıl Önce

Değerli Ağabeyim, iltifatın için teşekkür ederim. Sizi bir nebze geçmişe götürebildiysem ne mutlu bana, saygılarımla...

Mehmet YALÇINDERE
Mehmet YALÇINDERE - 1 yıl Önce

Güzel ve anlamlı olduğu kadar

yol gösterici bu yazınız için

TEŞEKKÜRLER…