banner306

Osmanlı’dan Cumhuriyete Eşkıyalık… Eğri Ahmet - I

Osmanlı’dan Cumhuriyete Eşkıyalık…

Eğri Ahmet - I

“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, -ruhunda artakalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla- soygunculara karşı hayranlık duyar.”

Andre Mauroıs

2019 Nisan ayı başları…

Çankırı’da şehir turundayım. Öğlen vakti, Ulu Cami’ye uğrayıp, Sefer Usta’da Çankırı’nın meşhur sarımsaklı et ve kuru bamya yemeklerini tattıktan sonra hem alışveriş hem de esnafla sohbete devam ediyorum. Küreselleşen ticaret hayatına rağmen, Çankırı’ya geldiğiniz de hala buraya özel bir şeyler bulabilirsiniz. Buradan alınabilecek, en iyi hediyeler arasında kaya tuzu ve helva olduğunu hatırlatarak; ilimizin en eski esnaflarından seksen yaşını devirmiş Tuzcu Amca’nın dükkânına doğru yöneliyorum… İkindi vakti, ortalık sakin. Dükkânın önünde oturan Tuzcu Amca’nın yanına bir tabure çekerek ilişiyorum. Kısa sürede başlayan sohbet esnasında Kurşunlulu olduğumu öğrenince “Eğri Ahmet’i bilir misin?” dedi. Bilmiyormuş gibi davranınca, konuşmaya devam etti. “Meşhur Eğri Ahmet, Kurşunlulu eşkıya nasıl bilmezsin? Babama kısrak hediye etmiş. Zenginden alır, fakire verirmiş. Adı eşkıya!” diyerek konuşmaya devam etti: “Kurşunlu’nun köylerinden birinde, tarlada elleri kınalı bir taze gelin tek başına çalışırken, oradan geçerken gelini görüyor. Yanına yaklaşarak ‘Kızım sen yeni gelin tek başına burada ne geziyorsun. Senin kocan, anan, kaynatan, kaynanan neredeler? Eşkıyalar kol geziyor, sana bir kötülük yaparlar diye korkmuyor musun?’ Gelin, beyaz atın üzerinde ki, Eğri Ahmet’e yüksek sesle: ‘Bizim Eğri Ahmet’imiz var. O varken bize kimse bir şey yapamaz’ demiş, bu sözleri duyan Eğri Ahmet keyifli bir şekilde atıyla uzaklaşmış.”

Tuzcu Amca öyle içli anlatıyordu ki, insan onu dinlerken sanki Yaşar Kemal’i üne kavuşturan İnce Memed romanından, bir bölüm okuyormuş hissine kapılıyordu…

Türk Edebiyatında Eşkıyalık

Türk edebiyatında eşkıyalık popüler bir konu olarak, 1950’lerden sonra yazılan köy romanlarında sıklıkla işlenmiştir. Eşkıyalık konusunda farklı bakış açılarını içeren romanlar da yazılmış olmasına rağmen, “İnce Memed” dönemin sosyal yapısına uygun olarak popüler olmuştur. Kemal Tahir ise yazdığı köy romanlarında, gerçekçi bakış açısıyla eşkıyayı kişiliksiz, değersiz kılmıştır.

Eğri Ahmet Çankırı yöresinin meşhur eşkıyasıdır. Ünü civar illeri de sarmıştır. Tuzcu Amca’nın anlattıklarına benzer pek çok rivayeti bu toprakların yaşlı insanlarından sık duyarsınız. Tuzcu Amca böyle anlatıyordu da, Türk edebiyatının güçlü kalemi Kemal Tahir eserlerinde Eğri Ahmet’ten hiç böyle bahsetmiyordu. Edebiyatımızın iki güçlü ismi de toplumun ekseriyeti gibi, eşkıya konusunda farklı düşünüyorlardı. Yaşar Kemal eserlerinde eşkıyayı adeta mit haline getirmiş, Kemal Tahir ise yerden yere vurmuştu. Kemal Tahir, Çankırı cezaevinde kaldığı sürede mahkûmlardan duyduklarını not almıştı. Çankırılı mahkûmların anlattığı Eğri Ahmet rivayetleri, romanların da yer almıştı. Kemal Tahir eserlerinde, halk hikâyelerinde anlatılan ‘soylu eşkıya’ tipini daima eleştirmiş; eşkıya kısmını bireysel çıkar için ilişkilerini şekillendiren, çıkarın bittiği yerde ilişkisini bitiren ve ihanet etme potansiyeli oldukça yüksek birileri olarak kaleme almıştır. O’na göre, eşkıyalık sadece devletin otoritesinin olmadığı zamanlarda ve yerlerde ortaya çıkmaktadır. Oysa Yaşar Kemal eserlerinde, haksızlıklar karşısında soylu duruş sergileyen “Sosyal eşkıya” tipini öne çıkararak, bu gibi şahısları kahramanlaştırmıştır. Yaşar Kemal, eşkıyalığın asıl sebebini ekonomik düzene bağlamıştır. Ekonomik koşulların elverişsiz olduğu yerlerde sosyal eşkıyalığın hep olacağını belirtmişti.

“Eşkıyayı korkuyla sevgi yaşatır. Yalnız sevgi tek başına zayıftır. Yalnız korkuysa kindir.”

(İnce Memed/Yaşar Kemal)

Kemal Tahir ise, eşkıyalığın ortaya çıkışını merkezi otoritenin zayıflamasına bağlamıştır. Ayrıca Tahir eserlerinde, ahlaki açıdan çöküntü içerisinde olan toplumlarda eşkıyalığın türeyeceğini, eşkıya ve eşkıyalığa hayran olunacağını belirtmiştir. “Rahmet Yolları Kesti” romanın başına Andre Mauroıs’ ten aldığı şu sözler bunun açık bir ifadesidir:

“Ahlak düzeni sağlam olmayan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, -ruhunda artakalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla- soygunculara karşı hayranlık duyar.”

Kemal Tahir “Rahmet Yolları Kesti” romanını, İnce Memed’e karşı olarak yazmadığını, yarı aydınlar arasındaki eşkıyalığa duyulan hayranlığı eleştirmek için yazmış olduğunu söylese de roman adeta İnce Memed’in antitezi olarak ortaya çıkmıştı.

Türk edebiyatında eşkıya meselesine yaklaşım tartışmalı olup bir ikilem söz konusudur. Edebiyatçıların bu farklı bakış açıları, eşkıyalık üzerine üretkenlikleri, elbette toplumdan kaynaklanıyordu. Çünkü aynı ikilem toplumda da mevcuttu. O halde toplumdaki farklı bakış açılarını daha iyi anlamak için, eşkıyalığın ortaya çıkmasında etkin olan idari, sosyal, coğrafi ve ekonomik faktörleri incelemek gerekmektedir. Bunun için 1913’ler de ortaya çıkan Eşkıya Eğri Ahmet öncesine kısaca bir göz atalım…

Osmanlı Devleti’nin Gerileme Yılları

Üç kıtada önemli ve stratejik noktaları elinde tutan Osmanlı Devleti, dünyanın tek süper gücü durumundaydı. Her şey, Türk’ün İstanbul’u fethettiği yılların arkasından, tersine gitmeye başlamıştı. Avrupa’da Yeni Çağ ile başlayan Rönesans, Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılâbı kıtada büyük gelişmelere yol açmış ve bugün varlığını hala sürdüren yeni bir medeniyet doğurmuştu. Avrupa’da yaşanan bu olumlu gelişmeler, Osmanlı’da gerçekleşmeyince, devlet sonu çöküşle bitecek büyük bir gerileme dönemine girmeye başlamıştı.

Günümüzde sıkça kullanılan “dış güçler” tabiri tarihin her döneminde ülkeleri etkilemiş, çoğunun sonunu bile getirmiştir. Ancak bir devletin çöküşü, esasında içeriden başlar. Eğer devlet dünyada ki gelişmelere ayak uyduramazsa, zayıflar ve diğer devletlerin ağına kolayca düşer. Osmanlı Devleti’nde de bu durum böyle olmuştur. Mülkî idarenin, Ordu teşkilatının, adliye mekanizmasının, ekonomik yapının ve nüfus kontrolünün bozulması ile İlmiye teşkilatının bilimsel gerçeklerden uzak kalması, Osmanlı Devleti’ni çöküntüye götüren iç sebeplerdir. Devlet zayıflayınca, elinde koz olan jeopolitik konumu bile, bu sefer aleyhte bir faktör olarak ortaya çıkmıştı. Düvel-i Muazzama denilen büyük devletler önemli konumdaki Osmanlı topraklarına göz dikmişlerdi. Büyük devletlerin dış baskısı sadece savaşla olmamış, mütemadiyen kültürel, ekonomik, askeri, etnik-dini yapı ve siyasi gibi metotları kullanmışlardı.

Anadolu ve Akdeniz üzerinden geçen ticaret yollarının yön değiştirmesi, Osmanlı Devleti'nde ekonomik ve toplumsal bunalımın başlamasında çok etkisi olmuştu. Devlet, ticaret yollarından sağladığı geliri yitirmişti. Diğer yandan Avrupa devletlerinin güçlenmesi karşısında fetihler durmuş ve ganimet gelirleri de ortadan kalkmıştı. Devlet, gereksinim duyduğu geliri sağlayabilmek için halka yüklenerek vergileri artırmıştı. Osmanlı yönetiminin, babadan-oğula geçmemesi için titizlik gösterdiği tımar sistemi de adeta saltanat haline dönüşmüştü. Oluşan bu yarı-feodal durum, vergilerini ödeyemeyen köylülerin topraklarını terk etmesine, kasaba ve şehirlere göç etmesine yol açmıştı. Osmanlı toplumsal ve ekonomik düzeni altüst olmuştu. İşsizlik ve geçim sıkıntısı, medrese öğrencisinden, askerine kadar toplumun bütün kesimlerine yansımıştı.

Devlet ile halk arasında ilişkilerin bozulduğu yıllarda dönemin aydınları siyasetnameler yoluyla yönetenleri uyarmıştı. Koçi Bey risalesinde, ‘yöneten-yönetilen ilişkilerini dengede tutanlar adaletli’ yöneticiler demiştir. 1519 yılında baş gösteren ve bir asrı aşkın Osmanlı hükümetini uğraştıran Celali İsyanları, devlet halk ilişkilerinin, halkın aleyhine bozulduğunu göstermesi açısından önemlidir. Klasik tımar sisteminin bozulması, reayayı korumasız ve ağır vergi yükü altında bırakmıştı. Koçi Bey, devletin geleceğini ve bekasını, beklemekte olan büyük tehlikeyi haber veren bozuluş ve içten çürüme olgusunu, idarî ve içtimaî müesseseler zemininde ele almıştı. Hatta yaşanmakta olan bozuluş ve çözülmelerin başlangıcını, çok defa Kanuni Sultan Süleyman devri (1520-1566) ve özellikle III. Murad’ın son saltanat yıllarına (1574-1595) kadar taşımıştı. Dönemin aydınlarının uyarıları, yöneticilerce kabul görse de, alınan önlemler sadece çöküşü ötelemekle kalmış, toplumsal yapı iyice bozulmaya başlamıştır.

Eşkıyalık ve Devlet Otoritesi İlişkisi

Osmanlı devletinin XVII. yüzyılda maruz kaldığı en önemli tehdit, köylü ya da elit isyanları biçiminde değil, eşkıyalık olarak zuhur etti. Genelde, seferlere katıldıktan sonra terhis edilen askerlerden oluşan, yağmacılık yapan ve para karşılığı birilerinin hizmetine girmeye hazır silahlı çeteler, kırsal kesimlerde at koşturuyorlardı. Bu eşkıyalar, paralı asker ordularından gelen eşkıyalar olup adeta devlet eliyle oluşturulmuşlardı. 1606 Mayıs'ında, Celali lideri Canboladoğlu, I. Ahmed'e mektup yazarak, padişahın kendisini Halep valisi yapması, yardımcılarına da başka mevkiler vermesi karşılığında, emrindeki eşkıya ordularını paralı asker olarak savaşa yollayabileceği önerisinde bulunmuştu. Mektubun kenarında, padişahın kendisinin düştüğü çok çarpıcı bir derkenar bulunmaktadır. 13 yaşında, 14. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkan ve 14 yıl (1603-1617) hüküm süren 93. İslâm Halifesi, Sultan I. Ahmet "Bu kadarı da fazla. Bu kadar çok şey nasıl verilir?" diye yazmıştır. Belli ki padişah, eşkıyanın taleplerini dinlemeden reddetmek yerine pazarlığa oturmayı ve fiyat konusunda çekişmeyi tercih ediyordu. Devletin bu eşkıyaları, böyle anlaşmalar, pazarlıklar ve himaye ilişkileri aracılığıyla denetim altına almayı, manipüle etmeyi istemesi ve becerebilmesi, zayıflığının değil gücünün kanıtıdır. Bu eşkıyalar, devletin düşmanları değil, devletten nemalanmanın peşinde koşuyorlardı.

XVII. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin bütün yörelerinde eşkıyalığın çığ gibi büyüdüğü dönemdir. Devletin günden güne zayıflaması, yıllarca süren savaşlar yüzünden yeniçerilerin sık sık başkaldırmaları, merkezi hükümetin büyük oranda zayıflaması, Anadolu’da eşkıyalığın artmasında başlıca etkenler olmuştu. XVI. Yüzyıl sonrasında Çankırı ve civarında bu tür hareketlere sık sık rastlanmıştır. Ekonomik bunalım başta olmak üzere, siyasal nedenler bu hareketlerin önemli nedeni olmuştu. Toprağını terk eden halk leventliğe geçmiş, Celali isyanlarının yanı sıra medrese öğrencileri (Suhte) ayaklanmaya başlamıştı. Askeri alanda başarısızlıklar Celali İsyanları ve diğer karışıklıkları doğurmuş, 1595’ten başlayarak yirmi yıl kadar süren olaylar halk arasında, “Büyük Kaçgun” olarak adlandırılmıştı. Kastamonu ve Çankırı taraflarına şöhret salan Urgancıoğlu Mehmed Pehlivan da aynı şekilde isyan dönemlerinin baş aktörü idi. Osmanlı Devleti'nin yerel yöneticileri, merkezî otorite boşluğundan yararlanarak, güç kullanarak halktan haksız vergi toplamaya başladılar. Yerel yöneticilerin zulmü, merkezi hükûmet tarafından önü alınamaz duruma gelince, III. Murat (1574-1595), III. Mehmet (1595-1603) ve I. Ahmet (1603-1617) soygunlara, yöneticilere ve memurlara karşı köylülerin silahla mücadele etmesini isteyen fermanlar çıkartmıştı. Osmanlı Devleti, Celâlileri ortadan kaldırmaya karar verince, Sadrazam Kuyucu Murat Paşa büyük bir orduyla 1606'da Anadolu'ya geçti. 1610 yılına kadar isyancı Celâlileri ve adamlarını öldürerek cesetlerini açtırdığı kuyulara doldurtmuştu. Yaklaşık bir asır süren isyanlar devlette onarılamaz yaralar sonuçlar doğurmuştu. Celâli ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmişti. Ağır vergiler yüzünden yerlerinden olan çiftçilerin toprakları, mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmişti. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan Tımar Sistemi bozuldu. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve ortaya çıkan kıtlıklar tarım ürünlerinin fiyatlarının yükselmesine yol açmıştı. 1683’ten sonra Celali İsyanları “türediler” adıyla yeniden başlamıştır. Türedilerin hemen hepsi sefere memur olan kapı halkı idi. Bunlarda bölgeye büyük zarar vermişlerdi.

Osmanlı Devleti, Celali İsyanlarının benzerlerini bir daha yaşamamak için, taşra örgütlerinin merkez bağını güçlendirerek, kontrolü bu şekilde sağlayacağını düşünmüştü. Osmanlı üretim ilişkileri ve siyaset biçimindeki bu değişim ile devlet ve toplum arasındaki bağlantı yeni bir forma dönüşmüş, zamanla merkezden yönetim olarak da ifade edilen taşradaki yerel unsurların, siyasete ve iktidara daha fazla bütünleşmesi, ayanların büyük güç kazanmalarına, merkezin taşrayı daha sıkı kontrol altında tutmasını sağladı. Dolaylı denetimin yerel ayanlar üzerinden sürdürüldüğü bu yeni süreçte devlet, eşkıyalarla da pazarlık yaparak eşkıyalığı, iktidarını ve denetim gücünü muhafaza etme ve taşra üzerindeki hakimiyetini sürdürme amacıyla kullandı. Osmanlı Devleti’nde XVIII.-XIX. Yüzyıllardaki idari düzen, siyaset tarzı, sosyal ve ekonomik yapı, yerel idarecilerle eşkıyalar arasında işbirliği için uygun bir zemin oluşturmuştu. Taşrada idareci olanlar, siyasi ve ekonomik anlamda iktidar alanlarını genişletmek için bölgesel bir güç olmak zorundaydılar. Bunun en önemli şartlarından birisi kalabalık ve güçlü silahlı bir güce sahip olmaktı. Bu yüzden, Osmanlı Devleti’nin yerel idarecileri, yasa dışına çıkmış eli silahlı eşkıyaları kendi hizmetlerinde kullanmaktan çekinmemişlerdi. Osmanlı idari, sosyal ve ekonomik yapısının, taşrada yerel idarecilerle eşkıyaları birbirlerine yakınlaştıran önemli bir unsur olduğu görülmektedir. İdareci ve eşkıyalar ise çıkarları doğrultusunda yasa dışına çıkarak, bu fırsatı değerlendirmişler ve sık sık iş birliği yapmışlardı.

Eşkıyalık olaylarına katılanların, dağların başına silahla çıkanların, yol kesenlerin, insan öldürenlerin her birinin çıkış öyküleri ve maceraları birbirinden farklıydı. Bu öyküler, o zamanki insanlar arasında, hikâye, masal, tefrika gibi anlatılır, eşkıyanın atı, silahı, giyimi, fakir ve garipleri koruması veya zulmü, öldürdüğü kişiler dilden dile dolaşır, bazen abartılarak anlatılırdı. Onun için Osmanlı toplumunda, sözlü bir eşkıya edebiyatı ve anlatımının varlığı devamlı yer almıştı. Yukarıda, Tuzcu Amca’nın tarafıma anlattığı olay da tefrika gibi anlatılan olaylardan biri olup, sözlü edebiyatımıza bir örnek olarak sayılabilir. Asker kaçakları, haksızlığa uğramış ve adalet arayan insanlar, bazı paşaların işsiz kalmış kapı halkları, doğuştan eşkıyalığa ve zulme meyyal tipler, evsiz, barksız, işsiz güçsüz bir eşkıyaya kızan olanlar, karnı aç insanlar bir eşkıya liderinin etrafında toplanırlardı. Genelde sorunun kökü, sosyal ve ekonomik dertlere, haksız ve fazla vergi toplayan yerel yöneticilere, ekonomik dertlere ve bozukluklara dayanırdı. Osmanlı devlet ricali çoğu kez, bu sorunların kökenine inmeyip, köklü çözümler üretmek yerine, idam ederek, sürgüne yollayarak, geçici önlemlerle eşkıyalık olaylarını kapatmak isterlerdi. Ancak, bir yerde söndürülen eşkıya ateşi, başka bir köşede tekrar alevlenirdi.

Eşkıyalık, eşkıya veya şakîlik ve şakî diye tanımlanan davranışlar daha çok merkezi devlet otoritesinin değişik iç ve dış sebeplerle zayıf düşmesi ile birlikte ortaya çıkan; idari ve ekonomik düzensizlik yanında, sosyal duyarsızlık ve bencil hayat tarzından kaynaklanmış olup, kurulu düzen ile çatışmayı hiçbir zaman hedef olarak benimsememişti. Bu faaliyetler içerisinde bulunan ve etrafa musallat olan eşkıyalar genelde bir grubun mensubu olarak hareket etmişlerdi. Zaman zaman merkezi iktidara karşı halkın menfaatlerini savunma gibi bir eğilim içerisine de girmişlerdi.

Askerlik Sisteminin Bozulması

Osmanlı köylüsünün, devletle resmî ilişkide bulunduğu iki ortam vergi ve askerlikti. Başta mültezim, zaptiye ve vergi memurunun köylüyü soyma çabası, sonra da adaletsiz asker toplama sistemi ile devlet ve köylü karşı karşıya geliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda, kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar yapılan düzenlemelerin ağırlık noktası askerlikti. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla oluşturulan Nizamiye ordularına asker toplama yöntemi ilkel ve sertti. 1843 yılında çıkarılan bir kanunla askerlik meselesi çözülmek istenmişti. Kanuna göre nizami askerlik süresi beş yıl olacak, bu hizmetten sonra bırakılan askerler ise yedi yıl redif sınıfında hizmet göreceklerdi. Fakat devletin devamlı asker ihtiyacı sebebiyle bu kanun tam işlemedi. 1856 Islahat Fermanı da askerlik konusunu ele alarak eşitlik vaat etmişti. Ancak bu durum gayrimüslim unsur için gerçekleşmedi. Müslümanlar içinse, askerlik yedi yıl olarak belirlenmişti. Bu süre çoğunlukla on beş yıl hatta daha da uzun olabilirdi. İstediğini askere alıp, istediğini bu hizmetten bağışık tutmak devlet görevlilerinin özellikle halkla sürekli yakın ilişkide bulunan köy imamı, muhtar, kadı ve zaptiyenin elindeydi. Askerlikten yakasını kurtarmak isteyenler bu görevlilere rüşvet verirdi. Osmanlı köylüsü adaletsizliklerin de etkisiyle askerlikten yılmıştı. Bu yüzden köylü askere gitmemek için elinden geleni yapar ve özellikle dağlık bölgelerde yaşayan ahali, asker toplayıcılarını görünce dağa kaçardı. Şayet yakalanıp askere alınırsa ne yapıp edip bir fırsatını bulup firari olurdu. Askere gitmeyenlerde dağa çıkarak eşkıyalara katılırdı. Eşkıyalık “kurumu” insan kaynağını çoğunlukla bunlardan sağlardı.

Kısaca, Osmanlı toplumunun sosyo-ekonomik yapısında meydana gelen ve uzun yıllar süren ciddi zayıflama ve bozulmalar eşkıya ve eşkıyalığın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştı. Bu ortam Celali İsyanlarından sonra alınan tüm önlemlere rağmen bir türlü değiştirilememişti. Askerlik sistemindeki bozukluklarda bir türlü düzeltilemeyince bu olumsuzluk XX. yüzyıl başlarına kadar böyle sürmüştü.

Eşkıyalık ve Sosyal Eşkıyalık Tabiri

Osmanlı dönemini incelediğimizde, ilk sosyal eşkıya olarak Köroğlu’nu görmekteyiz. Köroğlu, Celali isyanları döneminde yozlaşmış yerel yöneticilerden biri olan Bolu Beyi’ne karşı çıkarak halk kahramanı haline gelmişti. Eşkıyalık zor kullanarak mal gasp etmek ve soygun yapmak anlamında kullanılsa da, bu resmî tanım yerine sosyal eşkıya terimi kullananlarda vardır. İşte, Köroğlu’da böyle birisidir. Zira kamuoyu sosyal eşkıyalara basit suçlular gözüyle bakmaz; onlar adaleti sağlamak için hareket eden kahramanlar, önderler değerindedir. Dolayısıyla bu tür eşkıyalara karşı halkın hayranlığı ve desteği söz konusudur. Bizim tarihimizde Köroğlu böyle efsanevi bir kahramandır.

"Kurt bunalırsa köye iner, Kul bunalırsa dağa çıkar." (Türk atasözü)

Anadolu’da efelik, zeybeklik daha çok “sosyal eşkıya” tipi ile özdeşleşmiş olup, eşkıyalık yapanları vardır ama yiğitlikleri ve mazlumun yanında olmaları ile ün yapmışlardır. Kastamonu-Çankırı-Bolu üçgen hattında bilinen en ünlü sosyal eşkıya Ruşen Ali, namı diğer Köroğlu’dur. Bolu Beyi tarafından babasının gözüne mil çekilip kör edildiği için Köroğlu olarak bilinir. Kendini hak, adalet ve güçsüzleri korumak gibi ulvi değerler için mücadele etmeye adar; baskıcı otoriteye, haksız kazanç elde eden beylere karşı halkı, kadınları ve masum çocukları korur. Köroğlu sosyal bir eşkıya olarak toplumda sevilir ve sayılır durumdadır. Her eşkıyanın ortaya çıkması için bazı şartların ortaya çıkması lazımdır ki, bu durumda Osmanlı Devleti’nde fazlasıyla vardır. Dersaadet’e yakın sayılabilecek bir coğrafyada bile pek çok eşkıyalık faaliyetleri ortaya çıkmıştır.

Eşkıyalık problemi diğer Osmanlı bölgelerinde olduğu gibi etkili bir şekilde Çankırı yöresinde de asayişi tehdit etmiştir. Kastamonu-Çankırı-Bolu üçgen hattı, adına suhte hareketleri de denilen eşkıya faaliyetlerine sahne olmuştur. Çankırı’ya bağlı köylerde yaşayan halk, bölgelerinde yuvalanmış haydut eşkıyalardan son derece mustarip haldedir ve neredeyse canlarından bezecek hale gelmişlerdi. Issız geçit ve köşelerde ortaya çıkıp insanların can, mal ve namuslarına halel getiren eşkıyaların bu vahim yapılanması Osmanlı Devleti’nin hemen tüm ferman ve emirnamelerinde dile getirilmiştir. Ne var ki tüm gayretlere rağmen eşkıyalığın önü bir türlü alınamamakta, her seferinde yeni yeni eşkıyalar ve eşkıya çeteleri ortaya çıkmıştı.

Buhran Yılları, Tutarsız Uygulamalar ve Eğri Ahmet’in Ortaya Çıkışı

Osmanlı Devleti’nde merkezi yönetimin zayıflığı, sosyo ekonomik yapıdaki çöküntülere, toplumsal katmanlardaki dengesizliklere yol açmıştı. Bu uygun ortam, eşkıyalığın temelindeki başkaldırının sebebini oluşturmuş ve vatandaş devletin gücünü, otoritesini yanında hissetmeyince, eşkıyaya yataklık eder duruma gelmişti. 1912 yılından itibaren Balkan Savaşları ve peşinden Cihan Harbi, asayişi daha da olumsuz yönde etkilemişti. Güvenlik güçlerinin cephelere kaydırılması ve asker firarlarının artması asayişi olumsuz yönde etkilemişti. Asayişsizlikten doğan eşkıyalık, ülkeyi kargaşaya sürükleyen etkenlerin başında gelmişti. Savaşlar esnasındaki asker firarları, jandarma eksikliği, asayiş ve eşkıyalık hareketlerini daha da artırmıştı.

İşte böylesine uygun bir zeminde, Eğri Ahmet eşkıyası ortaya çıkmış, Osmanlı Devleti’nin aciz durumundan faydalanarak, Çankırı’da ve civar illerde hüküm sürmüştü. Eşkıyalar mal zapt etmek, öç almak, memleketin dâhili emniyetini bozmak için mesken, çiftlik, ağıl, köy, değirmen gibi yerleri basarak, adam öldürerek, soygunculuk yaparak, adam kaçırarak emniyet ve asayişi münferiden veya toplu olarak tehdit ve ihlal etmek gibi faaliyetlerini rahatça yapıyorlardı.

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra başlayan yeni dönemde ve direniş yıllarında eşkıyalığın daha da arttığı görülmüştür. Bunun sebeplerinden biride, Cihan Harbi başında 4 Mart 1915’te çıkarılan kanunun, savaş bitiminde gereğinin yerine getirilmemiş olmasıydı. Zira bu kanuna göre, adî suçlardan mahkûm olanlar hariç, çeşitli suçlardan ceza almış ve askerliğe elverişli olanlardan isteyenler cepheye gitmeleri ve faydalı olmaları halinde af edileceklerdi. Ancak savaş bitiminde sağ kalan mahkumlar için kanunun maddelerini işletecek bir otoritenin olmaması, bu mahkumlar üzerinde devlete güveni sarsmış ve büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. Mahkumlardan bir kısmı infaz için tekrar cezaevine dönmek zorunda kalmış, bazıları da dağa çıkarak eşkıyalığa girişmişti.

Millî Mücadele Yıllarında Eşkıyalık

Büyük Millet Meclisi Sadrazam Sait Halim Paşa hükümeti döneminde çıkarılan bu kanunun gereğini yerine getirmek için Temmuz 1921’de bir çalışma başlatmış; böylece bu yüzden eşkıyalığa başvuranları etkisizleştirmeyi ve mağduriyetlerini gidermeyi planlamıştır. İstiklal Savaşı sırasında eşkıyalık ve eşkıyalıkla mücadelede bazı çeteler TBMM Hükümeti’ne destek verirken, önemli bir kısmı da bu mücadelenin dışında kalarak, milli hareketin aleyhine çalışmıştı. Sözü edilen çetelerin yanında “adi hırsızlığa” başvuran eşkıya grupları da vardı. İsyancı Rumların durdurulması için adi eşkıyaya silah bıraktıracak bir af kanunu hazırlandı. Kanun hükümet kuvvetlerine teslim olacak bütün eşkıyaya için geçerli olacak şekilde çıkarıldı. Büyük Millet Meclisi teslim olmayanlarla mücadele için İstiklal Mahkemelerini kullandı. Savaş sona erdikten sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir düzenleme yaparak, eşkıya öldüren veya yaralayan kişilere cezai işlem yapılmaması kararını aldı. Eşkıyaların birbirlerini etkisiz hale getirecek teşviklerde bulundu. Arkadaşlarını öldüren, ihbar eden çete elemanlarının cezalarının ertelenmesi hükmünü getirerek, eşkıyalıkla mücadele sert yöntemlerle sürdürülmüştür. Bu dönem, devlete boyun eğmeyenlerin sonları ölüm, atları ise sütçü beygiri olmuştu. Bu sebeple “Sonu Eğri Ahmet’in atı gibi geldi” sözü adeta darbımesel olarak yedi vilayet, yetmiş iki köyde söylene gelmiştir.

Cumhuriyet dönemi ile birlikte iki asrı aşkındır ortada görünmeyen devlet otoritesinin önemli ölçüde tesis edilmesinin ardından, dağlarda yaşayan çeteler ya kendiliğinden dağılmış veya güvenlik kuvvetleri marifetiyle dağıtılmıştır. Devam eden ufak tefek olaylar haricinde bir asayiş problemi yaşanmamış ve menkıbeler ile türkülere konu olan türden “Sosyal eşkıyalık” da ortadan kalkmıştır.

Tüm yönleri ile ele alacağımız Eşkıya Eğri Ahmet yazımızla buluşmak üzere…

Kaynakça

  1. İnce Memed ve Rahmet Yolları Kesti Romanları arasında Eşkıyalığın işlenişi Bakımından Bir Karşılaştırma Denemesi, Erdinç Kaplan, Mersin Üniversitesi Dil ve Edebiyat Dergisi, 2004.
  2. Refik Turan, Muhammet Şahin, Mustafa Safran, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Gazi Üniversitesi Yayınevi, 1988.
  3. TDV İslam Ansiklopedisi, Ö. Faruk Akün, Koçibey Maddesi.
  4. Karen Barkey, Eşkıyalar ve Devlet Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2. Baskı, 2011,
  5. Osmanlı’dan Günümüze Eşkıyalık ve Terör, Prof. Dr. Mehmet Yaşar ERTAŞ, 18. ve 19. Yüzyılda Osmanlı Taşrasında Yasadışılık: Yerel İdarecilerle Eşkıya İlişkileri, İlkadım Belediyesi KY, 2. Baskı 2017.
  6. Osmanlı’dan Günümüze Eşkıyalık ve Terör, Yrd. Doç. Dr. Selim ÖZCAN, XVIII. Yüzyılda Canik (Samsun) Sancağında Eşkıyalık Hareketleri, İlkadım Belediyesi KY, 2. Baskı 2017.
  7. Ege'de Eşkıyalar, Sabri Yetkin, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 3. Baskı, 2003.   
  8. Osmanlı’dan Günümüze Eşkıyalık ve Terör, Prof. Dr. Mehmet Öz, Modernleşme-Öncesinde Osmanlı Toplumunda Eşkıyalık Hareketlerinin Niteliği ve Özellikleri, İlkadım Belediyesi KY, 2. Baskı 2017.

YORUM EKLE

banner304